Akademisyen Prof. Dr. Hilmi Özden makalesinde;
CENGİZ AYTMATOV’UN
GÜN OLUR ASRA BEDEL ROMANI ve MANKURT KAVRAMI
Hilmi ÖZDEN[1]
Bu yazı Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” romanı ve Ali İhsan Kolcu’nun “Bozkırdaki Bilge Cengiz Aytmatov” isimli eserinden özetlenmiştir.
GÜN OLUR ASRA BEDEL
Romanda anlatılan bir günün hikâyesidir. Ama yüzyıldan fazla süren bir günün, yüzyıllık bir süreye yayılan olayların hatırlandığı bir günün hikâyesidir bu… Yedigey, sevgili dostu Kazangap’ın öldüğü gün kendi hayatını ve Sarı Özek bozkırının bütün geçmişini hatırlar. Neler olmamıştır ki bozkırda? Juan Juanlar tarafından kaçırılıp başına deve derisi geçirilerek şuûrları kaybettirilip birer “Mankurt” yapılan gençlerden, ekolojik bozukluğun müsebbibi olan uzay araştırmalarına kadar birçok şey Sarı Özek bozkırının kaderinde rol oynamaya devam etmişti.
Boranlı Yedigey, arkadaşı Kazangap’ın cenazesini, onun vasiyetine uygun olarak kutsal Ana-Beyit mezarlığına gömmek ister. Burası onların atalarının mezarlığıdır. Kazangap’ın dejenere olmuş, çağdaş bir “Mankurt” olarak nitelendirebileceğimiz oğlu Sabitcan, mezarlığın bir günlük mesafede olması sebebiyle buna karşı çıkar. Yedigey’in Sabitcan’a kızması üzerine cenaze Ana-Beyit mezarlığına getirilir. Mezarlık alanı uzay araştırmaları istasyonunun arazisi içinde kaldığı için cenaze mezarlığa sokulmaz. Yedigey’in bütün ısrar ve gayretleri bir sonuç vermez. Kazangap’ın cenazesi Ana-Beyit mezarlığının yakınında bir yere, müslüman geleneklerine uygun olarak defnedilir. Arkadaşının vasiyetini yerine getiremeyen Yedigey, üzüntü içinde Boranlı istasyonuna geri döner[2].
Roman, yazarın diğer eserlerinde görüldüğü gibi iç-içe birkaç hikâyeden meydana gelmiştir. Toprağın gizli tarihine ait unsurlar, yakın geçmişte cereyan etmiş acı hadiseler, bizzat şahit olunan ve yaşanan garip olaylarla millî kültüre ait hayat tezahürleri ve nihayet teknoloji çağının sebep olduğu buhranlar, bir bütünün parçası dâhilinde eserde kendisine yer bulmuştur. Tarihî olaylar ve millî kültüre ait unsurlar hâl’in şartları içinde dikkatlere sunulur[3].
Gün Olur Asra Bedel romanının başkarakteri Boranlı Yedigey’dir. Bütün gençliğini Boranlı istasyonunda geçirmiş, savaşa (II. Dünya Savaşı) katılmış, savaştan sonra yine bir yere tutunmak arzusuyla Boranlı istasyonuna yerleşmiştir. Burada Ukubala ile evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştır. Dinine ve törelerine bağlıdır. İnandığı değerler için mücadele etmekten kaçınmaz. Fakat bilgi eksikliği bu mücadeleyi pasifize etmektedir. Zaman zaman sinirlenip, celâllendiği olur. Onun bu yönünü yazarın diğer eserlerindeki kahramanlarından ayırmak zorundayız. Beyaz Gemi’deki Mümin Dede, tavizkârdır, pasiftir, inandıklarını ifade etmekten, onlar için mücadeleden âcizdir. Elveda Gülsarı’daki Tanabay ateisttir. Devrin modasına uygun olarak ideolojiye, rejime büyük bir imanla bağlıdır. Gelenekleri yıkmaktan çekinmez. O yüzden Tanabay ile Yedigey zıt kutuplardadır. Bu meyanda Yedigey’in temsil ettiği kültürel kimlik nedeniyle, neslinin son temsilcilerinden biri olarak kabul edilebilir. Zira yeni yetişen gençlik ya birer Mankurt olma ya da hiçbir şeye karışmamaya, susmayı bir hayat tarzı olarak benimsemeye gönüllü görünmektedirler[4].
Yedigey, birçok tezadı bünyesinde taşıyan bir insandır. Kimi zaman romantikleşir, âşık olur, kimi zaman çocuklaşır; fakat her zaman çalışkan ve kararlıdır. Zaten Aytmatov’un eserlerinde devrim sonrası birinci kuşak hep çalışkan ve emeğe saygılı kahramanlar olarak karşımıza çıkarlar. Tembellik ve çalışmadan, kazanmadan rahat yaşama arzusu ikinci kuşağa ait kahramanlarda kendini gösterir[5].
Aytmatov, kahramanı Yedigey’i romanın merkezine yerleştirir. O bir bakıma statik Sovyet hayatı içinde bir iç dinamizmi temsil eden avantgarde’dır(yenilikçi). Millî tercih ve tezâhürlerin sembolüdür. Yazar, kendisiyle yapılan bir mülâkatta Boranlı Yedigey’in savaş sonrası Sovyet toplumunun örnek alması gereken bir karakter olarak takdim etme arzusunda olduğunu ifade eder[6]. Yedigey’in şahsiyetinde millî hayata ait tezahürlerin aksettiği görülür. O, hadiseleri millî hayatın gelenekleri doğrultusunda yorumlar, çareler düşünür ve icra eder. Yaşayış olarak dış dünyaya, rejimin idealize ettiği hayat tarzına muhaliftir[7].
Romanda Yedigey kadar, Sarı Özek bozkırına ait bir unsur olarak karşılaştığımız Kazangap, zaman zaman geriye dönüşlerle anlatılan hayatına rağmen, asıl ölümü / ölüsü ile mühim bir yer teşkil eder. Kazangap sıradan bir ölü değildir. Bu ıssız Sarı Özek bozkırının, Boranlı istasyonunun ilk sakinlerinden, yakın geçmişinin en önemli şahitlerinden biridir. Yedigey, Kazangap’ın ölümü ile birtakım değerlerin de öldüğünü anlar[8].
MANKURT(LUK)
Kazangap’ın oğlu Sabitcan, küçük yaşlardan beri yatılı okullarda okumuş, rejimin ilmihaline göre yaşayan, duyduğunu satan, bilgiçlik taslayan, öz benliğinden kopmuş, millî ve dinî geleneklerine düşman çağdaş bir Mankurt’tur. Babasının cenazesini sıradan bir vak’a gibi görür. Zaten bu törene de “lütfen” katılmıştır. Törenin gereksizliğinden dem vurur. Olayları materyalist bir bakış açısıyla değerlendirir.
Bir söyleşide Aytmatov, V. Korkin’in sorularına cevap verirken Sabitcan’ın temsil ettiği temel felsefeyi de irdelemekten geri durmaz. Yukarıdaki alıntının devamında aşağıdaki görüşlerini sıralar[9]:
“Korkin -Bittabiî haklısınız; tarihin bize öğrettiği en zor ders, tanrıların öldürmek istediğini onlar ilk olarak delirtirler. Tam bir trajedi. Görülebildiği kadarıyla daha acısı hiçbir kimsenin deliyi kınamaya veya alaya almaya kalkışmayacak olması. Yine kişi Tanrı tarafından değil de bizzat kendi akrabaları tarafından hatıradan mahkum edilir ve bizzat kendi anasını öldürebilir bir hilkat garibesi haline dönüşürse daha kötüsü bu- dur. Aynı kitapta söylediğimiz Mankurt’lar efsanesini kastediyorum. O bir masal değil mi?
Aytmatov -Ne düşünüyorsunuz?
Korkin -Olduğunu düşünmüyorum. Bundan daha kötü insanları da biliyorum. Onları gönüllü Mankurt diye adlandırıyorum. Sizin Sabitcan karakterini alalım meselâ; Sabitcan bizzat kendi hür iradesiyle insan değil robot olmayı seçti. Onun gibi insanlardaki en tehlikeli şey, onların robot olma ve aynı seçimi yapabildikleri ve bundan yararlanabildiklerinin farkında olmayan diğer insanlardan bunu gizlemeden meydana geldikleri memnuniyettir. Şunu iktibas ediyorum; “Zaman gelecek insanları da tıpkı robotlar gibi radyo vasıtasıyla kontrol etmek mümkün olacak. ” Anlıyor musunuz? Halkı, bebelerden dedelere kadar bütün halkı kontrol ediyorsunuz! Bunun mümkün olduğuna inanmak için yeterince İlmî bilgileri elde ettik, ilim bize en üst sebeplerden imkân verdi. Diğer şeyler arasında, Sabitcan kendisini “üst sebepleri”nin farkında olan bir tür Süpermen gibi yeni bir adam olduğuna ikna etmek istiyor.
Aytmatov -İşte onun böylesine gülünç olmasının sebebi! Benim fikrim, onun felsefesinin bayağılığını ve saçmalığını vurgulamak idi. Felsefesinin menşei hiç de yabancı değil; manevî yoksulluk ve tüketicilik[10].”
Eserde ön plâna çıkarılan Mankurt motifi esas itibariyle, geçmişe ait bütün izleri yok etmek, hafızayı silmek, mensubu olduğu milletin örf, âdet, gelenek ve görenekleri ile mukaddes saydığı bütün değerlere karşı çıkmak, efendilerinin emir ve direktifleri doğrultusunda büyük bir sadakatle hizmet etmektir. Mankurt motifi eserde Nayman Ana efsanesi ile kendini gösterir[11].
NAYMAN ANA EFSANESİ
Sarı Özek bozkırının eski devirlerinde Juan Juanlar esir aldıkları düşmanlarının kafasını kazıdıktan sonra, yeni yüzülmüş deve derisini esirin kafasına geçirip, elleri kollarını bağlanarak kızgın güneşte bekletirlerdi. Bu deri esirin kafasını sımsıkı kavrar, büyümeye başlayan saçlar deriden geri dönerek birer iğne gibi kafaya saplanırdı. Bu kurbanların çoğu bu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlar ise hafızalarını yitirerek, geçmişlerini hatırlayamayan birer Mankurt olurlardı. Mankurt’lar, efendilerinden aldıkları emirleri tereddütsüz yerine getirirlerdi. Hafıza kaybı olduğundan bir Mankurt’un ailesini, yakınlarından birini, kendi milletine ait insanları tanıması mümkün olmazdı[12].
Cengiz Aytmatov’un romanlarında kullandığı Sarı-Özek menkıbelerinin epik kaynakları üzerine değişik yorumlar vardır. Özellikle Mankurt tiplemesinin kaynağı konusunda tartışmaya açık hususlar kendisini göstermektedir. Pariza Mirza Ahmedov, Mankurt tipinin kaynağı üzerine yaptığı bir değerlendirmede, Aytmatov’un, Mankurt tiplemesini Kazak yazarı Abış Kekelbaev’in bir romanından aldığını iddia eder[13]:
“Aytmatov bu kendi efsanesinin temelini meşhur Kazak yazarı Abış Kekelbaev’in Geçmiş Yılların Balladı adlı hikâyesinde, ‘uzaylıların esir aldıkları tutsakların hafızasını silmek (yok etmek) için, onların kafasına taze deve derisi giydirdiklerini’ anlatan bu olayından almıştı. Bir zamanlar bu bozkırlarda hayatî alan oldukları için bitmeyen mücadelede düşmanların yaptıkları karanlık ve sağır zalimlikleri ve hınç ölçülerini göstererek, Kekelbaev bu korkunç olayları ayrıntılı olarak anlatmıştı. Kekelbayev’in balladında bu törenin ne kelime sıfatı var, ne hafıza kaybına uğratılan (Mankurt) kişinin ismi, ne de o dazlak kafaya geçirilen ve özenle yapılan o deri parçasının (siri) ismi vardır. Kekelbaev’de bu sadece bir kabilenin diğer kabilenin gözünün korkuttuğunun anlatıldığı bir vakadır. Aytmatov’da ise sadece, Mankurt tiplemesi roman efsanesinin merkezi değildir. Romanın parabolik yapısında en önemli rolü oynamakta ve mânâsıyla ile sanat merkezi olmaktadır. ‘Sir’ kelimesinin imgesi Aytmatov için görülmemiş metafordaki işlevi kazanmakta ve anlamı uzay boyutuna kadar büyümektedir. Yer’in kafasına geçirilen roket çemberi.[14]“
Ahmedov’un yukarıdaki ifadeleri, Mankurt efsanesinin aynı adla olmasa bile, sözlü edebî ürünlerde yaşadığını gösterir. Öte yandan, Abış Kekelbaev’in bu efsaneyi alarak kabileler arası bir işkence ve zulüm unsuru olarak kullandığını da gözlemlemekteyiz. Dolayısıyla Kekelbaev’in bu efsaneyi sadece mahalli plânda değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Yine Pariza Mirza Ahmedov’un ifadelerinden, Aytmatov’un bu efsaneyi Kekelbaev’in Geçmiş Yılların Balladı adlı romanından aldığını, fakat ondan farklı olarak daha geniş bir platformda işleyerek uzay boyutuna da dikkati çektiğini söyleyerek Aytmatov’un hakkını teslim etmektedir. Yani Aymatov, bu mahalli hikâyeden evrensel bir tip yaratmasını bilmiştir[15].
Pariza Mirza Ahmedov’un bu efsanenin kullanımı ile ilgili düşünceleri sözlü edebiyattan yararlanma aşamasında sanatçıların kudret ve yeteneklerini gösterme ve karşılaştırma fırsatını vermektedir. Aynı coğrafyada yaşayan ve aynı sözlü kültürden gelen iki kardeş yazarın aynı motifleri kullanmaları kadar tabiî ne olabilir. Burada aranması gereken ustalık ve maharetin ne ölçüde sergilendiği gerçeğidir. Öte yandan Aytmatov’un hususiyle Mankurt hakkındaki ifadeleri, yazarın yukarıdaki iddialarını doğrulamaktan uzaktadır. Aytmatov’un Mankurt efsanesi ile ilgili kaynağı, kendi ifadesiyle, tamamen Manas destanıdır.
MANAS DESTANINDAN ESİNLENME
Cengiz Aytmatov yakın arkadaşı Muhtar Şahanov’la birlikte sohbetlerinden oluşan ve Türkiye Türkçesinde, Kuz Başındaki Avcının Çığlığı adıyla yayınlanan hatıra-sohbet eserinde, bu konu hakkında ve beslendiği kaynakları göstermek açısından mevzumuzu aydınlatacak önemli şeyler söylemektedir[16].
“Asırdan da Uzun Gün romanını yazarken, mangurt konusunu inceden inceye araştırdım. Çocukluğumuzda, yön-yötıtem bilmeyen birilerine “Hey! Mangurt musun?” dediklerini çok duymuştuk. İnsanın mangurta nasıl dönüşeceğini bilmesek de, kemiklerine işleyen ağır bir söz olduğunu sezerdik.
Mangurtluk hakkındaki ilk bilgilerden birine, on asır önce cırlanıp Kırgız halkının kahramanlık ve kültür ansiklopedisi haline gelen Manas Destanı’nda rastlanıyor. Orada çocuk Manas’ın yaramazlığı ve dayanılmaz gücünden korkan Kalmaklar, onu mangurt edelim deyip söz bağladıkları şöyle cırlanmıştı.
Balayı tutup alalım Başına çember takalım Eve götürüp azap verelim Altı boy Kalmak’ın Ayak-başını yığalım.
Altmışlı yılların içindeydi sanıyorum; ünlü Sayakbay Karalayev’den mangurt ve şire’nin manasını sormuştum. O zaman değerli ihtiyar biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı.
Geçmişte Kalmak ve Kırgız çatışması sırasında iki taraf, mal mülkle birlikte, kul etmek için birbirinden tutsak alırdı. O tutsak, mal peşinde sallanıp yürümekle birlikte, günlerden bir gün çaresini bulup kaçar gider. Birileri aracılığı ile kendi hakkında halkına haber göndermesi, hatta diri can olduktan sonra kız-kadına takılması da şaşılacak şey değil. Çocukluğunda ele geçirilen gücü-kuvveti yeterli tutsak, beş yıl belki on yıl ‘buyrun’ diye hizmet eder. Ne de olsa o da insanoğlu, içinde gururu uyanıp, eline silâh alıp karşı koyması mümkündür. Bu yüzden en emin yolu onu mangurt etmektir. Bunun için önce tutsağın saçını kazıdıktan sonra, yeni kesilmiş devenin veya sığırın derisini başına sararlar. Buna Kırgızlar şire derler. Kayıştan delip yapılan bağlarla sarıp şakaktan sıkarak sağlam olarak bağlıyorlar. Böylece kavurucu güneş altına, eli ayağı bağlı bırakıyorlar. Tutsak o zaman iki azaba birden düşermiş. Önce yaş deri sıcaktan kurudukça büzülüp başını sıkarak kemiklerini kıracak gibi oluyor; ikincisi yeniden çıkan saç, kuru deriyi delemeyip tekrar dönüp kafa derisine iğne sokulur gibi girip bütün sinir duygusunu öldürür; yani akılda tutabilme, anlama yeteneğini yok ediyor. Bir hafta veya on gün sonra, ya ölür ya mangurta döner. Ölürse azaptan kurtulur, diri kalırsa; adını geldiği soyu, bütün geçmiş hayatını unutur; sadece kendi efendisinin istediğini yerine getiren kaba güç sahibi haline gelir… İnsanoğlu zulmün tepe saçını dikleştiren nice türünü keşfetmiştir. Ancak bu felâketin dengi olamaz.
Totaliter sistem zamanında bütün topluma, onun içinde senin de benim de, hepimizin aklına fikrine, anlayışına ideolojik şire kondu. Bu bir rejime körü körüne bağlayıp, kelepçelemek amacıyla yapılmıştı.[17]”
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere Aytmatov’un bu konudaki kaynağı büyük Manasçı Sayakbay Karalayev’dir. Karalayev’in Mankurt efsanesi ile ilgili söyledikleri ile yazarın Manas destanından aldığı mısralar aynı anlam etrafında şekillenmektedir. Böylece bu tiplemenin gerçek kaynağı doğrudan doğruya Manas destanı olduğu ortaya çıkmaktadır[18].
Bunun dışında Literaturnoye Obozreniye dergisinde çıkan bir mülakatında da aynı konuya daha geniş bir açıklama getirmektedir.
“Mankurt, halk ağzında dolaşan efsane, benim anlattığım gibi bulunmaz. Fakat bu efsanenin prototipi Kazak halkında mevcuttur. Ben onları yüksek düzeye çıkarmam, felsefî anlamını derinleştirmem gerekirdi. İnsanoğlunun geleceğini düşünmek, alnı açık, iç dünyası zengin, kusursuz insan olmak için engel olduğunu Mankurt hakkındaki efsaneyi yeniden yorumlamaya beni mecbur etmişti[19].”
MANKURT’TAN-MANKAFA’YA
Halk arasında sıradan bir efsane gibi dolaşan Mankurt Aytmatov’un usta kaleminde yeniden fakat başka bir konteks içinde hayat bulmaktadır. Yazarın; “Çocukluğumuzda, yön-yöntem bilmeyen birilerine “Hey! Mangurt musun?” dediklerini çok duymuştuk.” sözleri Mankurt hakkında bizleri de düşünmeye şevketti. Anadolu coğrafyasında ve Türkiye Türkçesinde de Aytmatov’un ifade ettiği biçimiyle yön-yöntem bilmeyen, anlayışı kıt insanlara ‘Mankafa’ denildiği ve bu kelimenin hali hazırda yaşadığı bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında Mankurt ya da Mankafa kelimeleri aynı kaynaktan yani Türk destan ve sözlü geleneğinden çıkıp geniş bir coğrafyada kullanım alanı bulmuştur, denebilir[20].
Bütün bunların yanında önemli olan yazarın bu kavrama yüklediği anlam ile romandaki işlevidir. Yazar kendisiyle yapılan bir söyleşide bu konuya açıklık getirmektedir:
“-Çok eski efsanelerden çıkarıp modern bilime, sosyolojiye hediye ettiğiniz kavramlar var; Mankurtlaşma gibi. Duvarlar yıkıldı, pek çok ülke -Kırgızistan da dahil olmak üzere- bağımsızlıklarım kazandı, demokrasinin lafı daha çok ediliyor, bireyin önem kazandığı kamusal devlet söylemleri pekişiyor. Ancak bu ötekileşmeyi, hatta var olan bozkurtların bile giderek Mankurtlaşmasını engelleyemiyor, siz ne dersiniz?
-Mankurt mitolojik bir terimdi ama bizim zamanlarımızı anlatmak için de önemli bir imkândı. Totalitarizm bizi standartlaştırmak istese ve bunda kararlı olsa da bizim buna karşı direnmemizin hayati önemini anlatmak istemiştim, bu tiplemeyi eski çağlardan getirmemin nedeni buydu. Ancak Mankurt sadece eski çağların trajik yaratığı değil. Her dönemin Mankurtları var. Bu zaaflarıyla malul insanoğlunun kaçınılmaz yazgısı. Mankurtlar, Mankurtlaşalar ve zaaflarına karşılık ayakta kalmaya çalışanlar, bunlar hep olacak.”[21]
İşte Sarı Özek bozkırında yaşayan Nayman Ana’nın oğlu da bir savaşta Juan Juanlara esir düşer. Nayman Ana’ya oğlunun ölüm haberi gelir. Bu habere inanmayan Nayman Ana, oğlunu aramaya çıkar[22].
Nayman Ana’nın oğlunu aramaya çıkmadan önce “Büyük Türk mutasavvıfı Hoca Ahmet Yesevi’nin bir veli olarak Kazak-Kırgızlar üzerindeki manevi tesirini romana yansımış folklorik bir hususiyet olarak zikretmek gerekir[23].
“Nayman Ana’ya ev işlerinde yardım eden eltisinden başka avılda onun yola çıktığını gören bilen olmadı Nayman Ana esneye esneye kalkan eltisinden bir gün önce torkunlarına( kendi akrabalarına) oradan da kendisiyle birlikte gelmek isteyen olursa Kıpçak ülkesindeki Evliya Yesevi dedenin türbesine ziyarete gideceğini söylemişti”[24]
Yazarın (her eserinde olduğu gibi bu romanında da ) folklorik malzemeyi işlerken dikkat ettiği bir husus da vakaları tarihi zemin ve mekân unsurlarına yerleştirmiş olmasıdır. Ahmet Yesevi’nin türbesi Nayman Ananın Juan juanlar tarafından kaçırılan oğlunu bulmak, çaresizliği içinde, vakanın gidişatında yerini alır. Yazar böylece tahkiye (rivayet etme-anlatma) dokusu içinde zaman zaman fiktif (kurmaca) alemin varlığını bir an olsun okuyucuya unutturma başarısını gösterir[25].
Nayman Ana uzun aramalardan sonra oğlunu çobanlık yaparken bulur. Hafızasını kaybeden oğul, annesini tanımaz. Zira o artık efendisinin emirlerini yerine getirmeye hazır tam bir Mankurt olmuştur. Nayman Ana oğlunu görmek ister, ama Mankurt efendisinden aldığı emir üzerine annesini okla öldürür. Nayman Ana ölürken ak yazmasından beyaz bir kuş uçarak bağırmaya başlar[26].
“Nayman ana merakla her tarafa göz gezdirirken, Mankurt oğlunun bir devenin ardında diz çökmüş, yayını germiş, ok atmaya hazır beklediğini göremiyordu. Mankurt’un gözüne güneş ışığı düşüyor ve bu yüzden tam nişan alabilmek için uygun ânı bekliyordu.
Oğlunun başına bir şey gelmiş olmasından korkan Nayman Ana ise, seslenmeye devam etti:
-Colaman! oğlum!
Nayman Ana birden eyerin üzerine döndü ve oğlunun kendisine nişan aldığını gördü.
– Dur atma!
Ancak bunu diyecek kadar zamanı olmuştu. Deveyi mahmuzlayıp hızlandırmak istemişti ama fırlatılan ok vınlayarak sol böğrüne saplanmıştı bile!
Darbe öldürücüydü. Nayman Ana’nın başı sarktı, devenin boynuna sarılmak istediyse de tutunamadı, yere yuvarlandı. Ama kendisinden evvel beyaz yazması düştü başından. Ve bu beyaz yazma bir kuş olup havalandı. Ana’nın ağzından çıkan son sözleri tekrar ede ede gökyüzüne uçtu gitti: “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!”
İşte o gün bu gün Dönenbay kuşu Sarı-Özek bozkırında geceleri uçar dururmuş. Bir yolcuya rastlayınca onun yanına sokulur, “Adını biliyor musun? Kim olduğunu biliyor musun? Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!” diye ötermiş[27].
MANKURT VE ROBOT İNSAN
Yazarın bu romanda dikkatlere sunduğu Mankurt motifi hem geçmiş hem hâl hem de gelecekteki hayatı yönlendirecek robot-insan tipinin temsilcisidir. Geçmişte, Nayman Ana örneğinde olduğu gibi Bir Mankurt’un kendi annesine nasıl düşman edileceğini, onu nasıl gözünü kırpmadan öldürebileceğini gördük. Hâl’de ise, Sabitcan ve Uzay alanı muhafızı Tansıkbayev’in şahsında Sovyet rejiminin nasıl bir insan tipi arzuladığını okuyucuya gösterir. Sabitcan ve Tansıkbayev efendilerinden aldıkları emirlerden asla şaşmayan, beyinlerini ve enerjilerini efendilerinin hizmetine vermiş birer robot-insandırlar. Yazar geçmiş ve hâl’deki Mankurt tipinin dahi tekâmül etmediği kanaatindedir. Bu tekâmülün son safhası robot-insan idealidir. Yazar, gelecekte arzu edilen insan tipini Sabitcan’ın ağzından nakleder[28]:
“Sabitcan kendisini ayran budalası gibi ağızları açık dinleyen Boranlıları iyice şaşırtmak, ezmek kararındaydı. Böylece, kızkardeşi ve eniştesiyle yaptığı kavgadan dolayı kendini küçük görenlere bir ders vermiş, bunu onlara ödetmiş olacaktı. Bu yüzden âdeta coşmuş, bilimin yüksek başarıları ve inanılmaz mucizeleri üzerine nutuk çekmeye başlamıştı. Bu arada sık sık votkasını yudumluyor, hemen ardından kımız içmekten de geri kalmıyordu. Sarhoş olmuştu bile. Öyle saçma sapan şeyler anlatmaya başladı ki, zavallı Boranlılar hangisine inanıp hangisine inanmayacakların t bilemez oldular.
Sabitcan, her kımıldanışında parlayan gözlük camlarının gerisinden ve büyüleyici bakışlarıyla dinleyenlerini süzüyor ve devam ediyordu anlatmaya:
-Düşünün bir kere bizler insanlık tarihinin en mutlu kişileriyiz. Bak Yedike, içimizde en yaşlısı sensin Her şeyin eskiden nasıl, şimdi nasıl olduğunu hepimizden iyi bilirsin. Niçin böyle diyorum? Bak anlatayım: Eskiden insanlar Tanrılara inanırlardı. Eski Yunanistan’daki inanca göre güya bu Tanrılar Olimpos dağında yaşarmış. Ne biçim tanrı imiş onlar? Saçmalık işte! Ne gelirdi elerinden? Durmadan birbirleriyle kavga etmek. Asıl özellikleri birbirleriyle didişmek, hiç anlaşamamaktı. İnsan hayatını değiştirmek, insanın mutluluğuna en ufak bir katkıda bulunmak gelmezdi ellerinden. Zaten böyle bir şey düşündükleri de yoktu. Aslında Tanrılar da yoktu. Bir efsane, masal, uydurma idi bütün bunlar. Ama bizim Tanrılarımız bambaşkadır ve hemen şuracıkta, Sarı-Özek Uzay Üssü’nde yaşıyorlar. Ve biz bu Tanrılarımızla bütün dünyaya karşı övünüyoruz, gururlanıyoruz. Aramızdan hiç kimse tanımıyor, göremiyor onları. Yasalar buna izin vermez. Onları görüp tanımak da gerekmez zaten. Öyle her önüne gelen bir Mırkınbay bir Şırkınbay (Ali, Veli) “Merhaba, nasılsın?” diye el uzatamaz onlara. Asıl gerçek Tanrılardır bunlar. Bak Yedike, az önce sen, uzay gemilerinin telsizle yönetildiğini öğrenince şaşıp kaldın değil mi? Oysa o iş bir çocuk oyuncağı, hem modası da çoktan geçti. Gün gelecek insanlar da telsizle yönetilecek, tıpkı şimdiki otomatlar gibi. Anlıyor musun, büyük küçük herkes radyo dalgalarıyla yönlendirilecek. Bu konuda deneyler başladı bile. İnsanlığın yüksek çıkarları için çalışan bilim çok önemli sonuçlar, çok önemli veriler elde etmiş bulunuyor[29].
(…) İnsan ancak merkezden verilen programa göre hareket edebilecek. Keyfince yaşadığını, dilediğince hareket ettiğini sanacak ama aslında her şey i, aldığı nefesi bile yukarıdan verilen programa uygun olacak. Oradan ayarlanacak her şey. Bir şarkı söylemen mi gerek? Merkez bir sinyal verecek ve sen şarkı söyleyeceksin. Dans etmen, oynaman mı gerek? Başka bir sinyal verecekler ve sen başlayacaksın oynamaya. Çalışmak mı istiyorsun? Yine sinyalle çalışacaksın, hem de ne çalışmak! Hırsızlık, soygun ya da başka bir suç işlemek olmayacak artık. Bütün bunlar eski kitaplarda kalacak.
(…) Meselâ, savaşta olduğumuzu kabul edelim. Orada da her şey merkezden verilen sinyallere göre olacak. Hemen ilk safta ateşe mi atılmak gerekiyor, atılacaksın. Paraşütle mi atlanacak, göz kırpmadan atlayacaksın. Tankın altına sokup mayın mı patlatacaksın? Hemen yapacaksın o işi. Nasıl ve niçin? diye soracaksınız bana. Anlatayım. Merkezden canlı akımla cesaret aşılanacak ve insanda korku diye bir şey kalmayacak. İşte böyle olacak her şey!…
Uzun Edilbay pek şaşırmıştı. Aklından geçeni olduğu gibi söyleyiverdi:
– Amma da palavracısın ha! Bunca yıl okuduktan sonra bunları mı öğrendin? Başına akıl koyan olmamış hiç![30]“
Yukarıdaki uzun iktibasta Sabitcan’ın cümleleriyle gelecekteki Mankurt ya da itaatkâr, köle (robot-insan) insanın, rejimin arzuladığı “homo sovieticus” tipinin portresi çizilmiştir. Bu bilimin başarısı olarak lanse edilmeye çalışılıyor. Buna göre insanlar sinyallerle yönetilen birer canlı robot olmaktan öteye geçemeyecektir. Yazar bu endişeyi sıcak tutmak için Yedigey’in aklından geçenleri dikkatimize sunar[31]:
“Bununla beraber Yedigey birden korkuya kapıldı. Bu palavracının böyle konuşması hiç sebepsiz, hiç temelsiz olamazdı. Çünkü bütün bu söylediklerini uydurabilecek yeteneği de yoktu onun. Herhalde birşeyler duymuş olmalıydı. Aslında hep kötü haberleri aklında tutardı o. “Ya söylediklerinde gerçek payı varsa? Ya bazı bilim adamları Tanrı olmak hırsına kapılmışlarsa? Kendilerini Tanrı yerine koyarak bizi yönetmeye kalkarlarsa?” diye düşündü. Korkusu da bundan ileri geliyordu[32].”
Aytmatov, Kazak- Kırgızlar için eski ve yeni düşmanların metod bakımından nasıl birbirlerine benzeyen usuller kullanıldıklarına dikkati çeker. Geçmişte Juan Juanların esirlerin kafasına geçirdikleri deve derisi dünün Sovyetler Birliği’nde hâkim rejimdir. Rejim kendi prensipleri doğrultusunda eğitim yapan yatılı okullarda hafızası, milliyeti, inancı, geçmişi, hiçbir değer yargısı olmayan insanlar (Mankurt) yetiştirmektedir. Geçmiş ve hâl’de karşılaşılan durum şu şekilde şemalaştırabiliriz[33].
zaman | Kurban | Düşman | Metod | Sonuç |
Uzak geçmiş | Kırgızlar ve öteki Türk kavimleri | Juan Juanlar | Başa geçirilen deve derisi | Mankurt (kölelik) |
Hâl | Kırgızlar ve öteki Türk kavimleri | Sovyet rejimi | Yatılı okullarda verilen eğitim | Mankurt (kölelik) (Marksist ideoloji) |
İstikbâl | Tüm insanlık | Sovyet / Amerikan ortak teknolojik gücü | Tüm insanlığı şâmil zihnî kalkan (tekno-ideolojik propaganda) | Mankurt (kölelik) robot insan |
Yazarın Mankurt motifini belirgin bir şekilde ön plâna çıkarma arzusunun temelinde çağımızın insanının efendilikle kölelik arasında bir tercih yapmasının gerekliliği düşüncesi vardır. Yazarın deyimiyle “Mankurtizasyon” hâlâ devam etmektedir. Aytmatov kendisiyle yapılan bir mülâkatta Mankurt hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade eder[34]:
“-Robot adam Mankurt hakkındaki düşünceleriniz nedir?
-Fazla birşey diyemeyeceğim. Müsaade ederseniz benim size bir sorum olacak. Kitapta nasıl sergilenirse sergilensin acaba Mankurt hikâyesinin realiteyle bir ilgisi var mı?
-Tabiatiyle devrimizin insanı bu.
Aytmatov kahkahalarla: “Bunu diyen siz misiniz? dedi. Kitap Rusya’da çıktığından beri görünen o ki, Mankurt ortak bir isim oldu ve daha umûmi bir isim olan “Mankurtizasyon” uyduruldu. Bir Mankurt, ana-babasını itaatle öldürmeye muktedir bir varlık – tenkitçi Vladimir Lachine, Le Monde’da böyle yazıyordu – “düşünme yeteneği olmayan veya muhakeme yürütemeyen, benzerlerinin acılarını hissetmeyen, farklı manevi değerleri kabul etmeyen biri. Mankurt öyle birisi ki zamanlama hususunda bir profesörü geride bırakır. Yedigey’in ve onun cenaze kervanının cedlerinin mezarlığına girmesine müsaade etmeyen bir muhafız teğmenidir. “Çağdaş bir Frenkeştayn tarafından bilinçlendirilip yapılan zavallı Mankurt hiç de hayalî bir tip değildir[35]. ”
Aytmatov, Beşir Ayvazoğlu’na verdiği bir mülâkatta da Mankurt tipinin Sovyetler Birliği ve Kırgız kültürü içinde geçmişteki ve bugünkü durumuna temas eder:
“Bildiğiniz gibi bu Mankurt efsanesini bir romanımda anlattım, ama laf olsun diye değil, bugünkü siyasi hayatla bağdaştırarak… Eskiden aslını unutmuş, robotlaştırılmış insanlara ‘Mankurt’ denirdi. Bugün de aynı şekilde duygusuzlaştırılmış, kökünden koparılmış, neyi ne için yaptığını bilmeyen ve kendisine verilen emirleri hiç düşünmeden uygulayan insanlar da bir çeşit ‘Mankurt’tur. Türk Cumhuriyetlerinde hâlâ Mankurtların bulunup bulunmadığına gelince; vardır şüphesiz. Ama ne kadar olduklarını kestirmek pek kolay değil[36]”
SONUÇ
Dünya barışını koruma zorunluluğunun, günün konusu olduğu bir sırada Aytmatov, bir insan kişisel üzüntüleri dışına çıkıp, tüm insanlık için ne yapmalıdır diye sorar. Buradan yola çıkarak edebiyatın ne yapması gerektiğini sorgular. Ona göre edebiyatın görevi, insanları, gerçeği ve adaleti elde etmek isteğinde, hayat, barış ve gelecek hakkında beslenen sevgide, sonsuz sevgide insanları birleştirmektir. Gerçek insanın, Yedigey gibi her türlü dış engelleri, umutsuzluğunu, ıstıraplarını, can sıkıntısını yenmeye hazır olmasını sağlamaktır[37].
Herkesin, özellikle de aydınların bu anlamda borcu vardır. Ya Yedigey ne yapacaktır? İnsan ruhunun iyilik ve güzelliğini çoğaltarak, sessiz ve sıkıcı hayatına devam edecektir. Toprağa, tabiata bağlı kalarak, savaş, acı, aşk, açlık, fırtına gibi birçok sınavlara katlanarak, bunları kabullenip kötü yazgısını lanetlemeyerek, hayattan öç almayarak, öfke duymayarak kişiliğine varır. Aytmatov, geçmişten bugüne getirdiği iyilik ve kötülüğün ne olduğunu kavrayan ruhunu yansıtan bir eser vermiştir. Yazar, eski bir asker ve demiryolu işçisi Yedigey açısından dünyaya ve hayata bakmaya çalışarak, en önemli konusu, emekçi insan olan sosyalist gerçekliğin temel ilkeleri karşısında aldığı tavrı ve görüşünü vurgular[38]. Bu incelemenin son cümlesini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aydın sorumluluğunu vurgulayan bir sözü ile bitirmek uygun olacaktır. Çünkü toplumun aydınları (münevver) mankurtlaşırsa o toplum için çöküş kaçınılmaz olacaktır. Tanpınar diyordu ki: “Hayat, şüphesiz, bütün cemiyetindir. Fakat mesuliyetleri yalnız münevverindir. Yükünü kaderin ve tesadüfün ayırdığı paya göre hep beraber taşırız. Fakat tarih karşısında hesabını münevver verir.[39]”
Kaynaklar:
[1] ESOGÜ Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkez Müdürü
[2] Ali İhsan Kolcu, Bozkırdaki Bilge, Akçağ Yayınları, Ankara, 2002.s. 212. Cengiz Aytmatov, Gün olur Asra Bedel, Çev: Refik Özdek, Ötüken Yay., İstanbul, 1991.
[3] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 212.
[4] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 213.
[5] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 213.
[6] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 213.
[7] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 215.
[8] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 215.
[9] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 215.
[10] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 216., Chingiz Aitmatov, [Selections English] “A Interwiew With V. Korkin’ Time to Speak PL 65. K 59 A 373 New York 1988), s. 136.
[11] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 220.
[12] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 220.
[13] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 220.
[14] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 221.
[15] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 221.
[16] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 222.
[17] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 220. Cengiz Aytmatov- Muhtar Şahanov, Kuz Başındaki Avcının Çığlığı, Toklun yayınevi, Ankara, 1998, s.148-149.
[18] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 223-224.
[19] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 224.
[20] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 224.
[21] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 225
[22] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 225
[23] Ali İhsan Kolcu, Millî Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1997., s. 78.
[24] Ali İhsan Kolcu (1997). a. g.e., s. 78.
[25] Ali İhsan Kolcu (1997). a. g.e., s. 78.
[26] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 225.
[27] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 225-226. Cengiz Aytmatov, Gün Uzar Asra Bedel, s.175.
[28] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 226.
[29] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 227-228.
[30] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 228. Cengiz Aytmatov, Gün Uzar Asra Bedel, s.49-50.
[31] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 228.
[32] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 229., Cengiz Aytmatov, Gün Uzar Asra Bedel, s.50-51
[33] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 229.
[34] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 229.
[35] Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 230., Cengiz Aytmatov Paris’te, Mülâkat: Nicole Zand, Çev: Süleyman Büyükdağ, Kardaş Edebiyatlar der. sayı, 6, s. 24, Erzurum 1983.
[36]Ali İhsan Kolcu, a. g. e., s. 230., Beşir Ayvazoğlu, “Turan Ülkesinin Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov
Anlatıyor -3- (Mülâkat). “Mankurt Efsanesi ve Mankurtizm”, Türkiye gz. 14 Mayıs 1992.
[37] N. Kübra Erbay, Cengiz Aytmatov’un Eserlerinde Tabiat, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002., s.96.
[38] N. Kübra Erbay, a.g. e., s. 96.
[39] Ahmet Hamdi TANPINAR (1970), “Hayat Karşısında Münevver”, Yaşadığım Gibi, (Hazırlayan: Dr. Birol EMİL) Türkiye Kültür Enstitüsü yayınları, İstanbul, s.39