Sendikacı Veli Beysülen, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve siyasal tabloya ilişkin önemli uyarılarda bulundu. Beysülen, Türkiye’nin son yıllarda gelir dağılımındaki eşitsizlik, derinleşen yoksulluk ve sosyoekonomik adaletsizlik gibi sorunlarla giderek daha fazla boğuştuğunu belirtti.
Aynı zamanda, 1 Ekim 2024 tarihinde TBMM’nin açılmasıyla birlikte, hükümetin “Terörsüz Türkiye” adıyla yürütmeye çalıştığı sürecin toplumda karışık duygularla karşılandığını ifade eden Beysülen, “Barış ve demokrasiye dair umutlar ne yazık ki bölgesel jeopolitik gelişmelerin gölgesinde, bıçak sırtında ilerliyor. Suriye’deki gelişmeler, süreci oldukça kırılgan hâle getiriyor. Masanın devrilme olasılığı, sadece barış umutlarını değil, toplumsal huzuru da tehdit ediyor” dedi.
Barış masasının yeniden dağılması halinde çatışma ortamının tekrar devreye gireceğini belirten Beysülen, bunun iktidarın güvenlikçi politikaları artırmasına ve otokratik eğilimlerin daha da kökleşmesine neden olacağı uyarısında bulundu. Bu durumun, barış karşıtı aşırı sağ unsurların güç kazanmasına zemin hazırlayacağını vurguladı.
“Barış sürecinin zayıflaması, sadece siyaseti değil; işçiyi, emekçiyi, kadını, genci, yani halkın tamamını etkiler” diyen Beysülen, toplumun tüm kesimlerini demokratik haklara ve eşitliğe sahip çıkmaya çağırdı. Ayrıca, ekonomik krizlerin sadece bir rakam sorunu değil, toplumsal refah ve huzur meselesi olduğuna dikkat çekerek, bu çerçevede sosyal adaletin tesisi için mücadele çağrısını yineledi.
BARIŞ VE DEMOKRASİ YOKSA EMEK KAYIPTADIR!
Türkiye, son yıllarda gittikçe derinleşen gelir dağılımındaki eşitsizlik ve derin yoksulluk gibi ekonomik sorunlarla boğuşuyor. Öte yandan ülkede 1 Ekim 2024 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM), açıldığı gün başlayan, iktidar blokunun adına “Terörsüz Türkiye” dediği, barış ve demokrasi süreci aksamalarla da olsa yürütülmeye çalışılıyor. Ancak ülkenin içinde bulunduğu bölgedeki jeopolitik gelişmeler nedeniyle süreç bıçak sırtında sürdürülüyor. Özellikle Suriye’deki gelişmelerden dolayı ortam oldukça kırılgan ve toplum barış masasının bir kez daha devrilme olasılığından dolayı tedirgin. Zira masanın devrilmesi sorunun çözümünü erteleyecek, çatışmalar yeniden başlayacak ve savaş ortamını kullanan iktidar, ülkede baskıyı artırarak barış karşıtı aşırı sağ güçlerle otokratik yönetimi tahkim edecektir.
Bir yandan Kürt siyasi hareketiyle silahların ebedi susması ve demokratik adımların atılması görüşmeleri yapan iktidar, diğer yandan ise barış ve demokrasiyi birbirine karşı kullanıyor. Adeta “Barış istiyorsanız demokratikleşmeyi unutun” diyor ve yargıyı araçsallaştırarak muhalefeti dizayn etmeye çalışıyor. 31 Mart 2024 tarihinde yapılan yerel seçimlerden bu yana CHP’yi kriminalize ediyor ve ülkenin üçüncü büyük partisi DEM Parti ile yan yana gelmesini engellemeye çalışıyor. Zira iktidar bir sonraki seçimi kazanmasının, geniş bir demokrasi cephesinin oluşmasını önlenmesi ile mümkün olduğunu çok iyi biliyor ve bunu sağlamak için her türlü aracı kullanıyor. Muhalefetin, barış ve demokrasi mücadelesinin bir bütün olduğunu unutmaması ve iktidar blokunun tuzaklarına düşmeden yan yana durmayı sürdürmesi için en geniş demokrasi cephesinin inşası gerekiyor. Bunun için daha cesur ve daha somut adımlar atmaktan başka yol yok. Zira ancak böyle yapıldığında, bir yandan barış müzakereleri sürdürülüp iktidar somut adımlar atmaya zorlanırken diğer yandan ise çoğulcu-katılımcı bir demokrasiye olan ihtiyaç topluma anlatılabilir. Unutulmamalıdır ki, ülkenin yaşadığı ekonomik sorunlar, gelir adaletsizliği, yoksulluk, etnik, dini ve mezhepsel ayrıştırmalar muhalefet için toplumu yönlendirecek zemini hazırlıyor. Bu nedenle, muhalefet cephesinin sürekli savunma yapan pozisyondan çıkması ve atak yapma pozisyonuna geçmesi elzemdir.
Öte yandan, daha önceki dönemlerde baskıcı yönetimlerin hâkim olduğu dönemlerin en çok kaybedeni olan toplumun emekçi katmanlarının mücadelesini veren, emek ve meslek örgütlerinin, bu politikaya destek vermesi ve toplumun ezilen yoksul kesimlerinin mücadelesini yükseltmesi gerekiyor. Zira 2018 yılında geçilen, sorgulanmaktan ve denetlenmekten azade tek adam yönetiminde, sadece çalışanlar değil, emekliler, köylüler ve esnaflar da büyük kayıplar yaşıyorlar. Dolayısıyla mücadele sadece işçileri ve onun sınıfsal müttefiklerini değil, insan hakları savunucularını, kadınları, çevre aktivistlerinin yanı sıra tüm ezilen ve sömürülen halk kesimlerini de birleştiren mücadele olmalıdır. Nitekim DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün 10 Ekim katliamının 10. yılında katıldığı bir toplantıda yaptığı konuşmada, “Bu ülkeye barışı, adaleti, kardeşliği emeğin örgütlü gücüyle getireceğiz! Çünkü savaşların, eşitsizliklerin, demokrasinin ortadan kaldırılmasının bedelini en çok işçi sınıfı ödüyor. Ve biz artık o bedeli ödemek istemiyoruz!” diyerek, barışın emek için önemine dikkat çekiyor. Yani sadece işçi sınıfını değil, orta ve küçük burjuvaziyi, küçük ve yoksul köylüleri, entelektüelleri, yaşam biçimleri sorgulanan tüm kimlikleri, kısaca ekonomik ve sosyal konumları gereği mevcut neoliberal kapitalizm ve onun uygulayıcısı iktidarın mağdur ettiği tüm sosyal katmanları mücadeleye katacak politikalar geliştirilip hayata geçirilmelidir. O zaman mücadeleyi toplumun bu katmanlarını içine alacak şekilde genişletmek gerekiyor. İki ayrı hat üzerinde yürütülmesi gereken bu mücadeleler, özellikle demokrasi ve barış taleplerinde ortaklaştığında, iktidar blokunun kalıcılaştırmaya çalıştığı tek adam yönetim biçimini geriletmek mümkün olacaktır.
Kuşkusuz bu birlikteliğin sağlanmasının ilk şartı, bölünmeye yol açacak eylem ve söylemlerden uzak durmaktır. Bunun olabilmesi ise öncelikle bu cephede yer alan parti, sendika ve meslek örgütünün her birinin tüzel kişiliğe sahip ayrı örgütler oldukları, aynı düşünmek ve aynı politikalar izlemek zorunda olmadıklarının bilinmesi ile mümkündür. Yani hiçbir örgüt, diğerine kendi düşüncesini dikte etme lüksüne sahip değildir. Zira ancak böyle yapıldığında ortak payda olan barış ve demokrasi mücadelesinde yan yana gelinebilir.
Özellikle son zamanlarda yaşananlar etrafında bazı çevrelerin bilerek veya bilmeden yükseltmeye çalıştıkları muhalefet arası tartışmalar, bu konuda daha dikkatli davranılmasını zorunlu kılıyor.
Yukarıda belirttiğim gibi, demokrasinin olmadığı baskıcı yönetim dönemleri, emeğin ekonomik ve sosyal kayıplar yaşadığı dönemlerdir. Nitekim Türkiye’de 12 Eylül darbesi sonrası ile 2018 yılında geçilen tek adam yönetimi çalışanların, büyük kayıplar yaşadıkları dönemlerdir. Yine savaş, şiddet ve kaosun yaşandığı dönemler, yoksul halkın kayıplarının arttığı dönemlerdir. Zira yoksul halkın refahı için kullanılması gereken ülke kaynakları, silah ve savaş mekanizması için kullanılmakta ve silah tekellerine aktarılmaktadır. Dolayısıyla barış ve demokrasinin olmadığı yerde en büyük kaybı halkın yoksul emekçi kesimleri yaşamaktadır. O zaman barış ve demokrasi mücadelesi ile emek mücadelesi birbirinin tamamlayıcısıdır. Çünkü birinin olmadığı yerde diğerinin başarı şansı yoktur.
Zaman zaman yazılarımda yazarım, Türkiye 1980’lerden itibaren sosyal devlet olma özelliğini kaybetmiş bir ülkedir. Sosyal devletin sağladığı direkt veya dolaylı yardımların yerine, halkın vergilerinin toplandığı bütçeden veya yine halkın katkıları ile kurulan fonlardan sistemin mağduru toplumsal katmanlara yardımlar yapılmaktadır. Maalesef insanların sadece karınlarını doyuran hatta çoğu zaman onu bile sağlayamayan bu yardımlar, ülkeyi yönetenlerin lütfu olarak kabul edilmekte ve yardım alanların otoriter yönetimin sosyal tabanı olmasına yol açmaktadır. Bir başka deyişle yoksullar, geçim sıkıntısı içinde yaşayanlar, hayal kırıklığı yaşayan ve geleceklerinin olmadığına inanan gençler, kendilerini mevcut iktidara mecbur görmektedirler. Kuşku yok ki, bu kesimlere ulaşmak ve onlara sahip oldukları haklarını anlatarak onları mücadelenin bileşeni haline getirmek önemli ve elzemdir.
Geçen hafta bu köşede yayımlanan yazımda, işçi konfederasyonlarının asgari ücret tespit sürecinde sokakta olmaları gerektiğine vurgu yapmıştım. Ekim ayının ortalarında olduğumuz bu günlerde, asgari ücretin tespit edileceği aralık ayına 1,5 ay kalmışken, konfederasyonların konuyla ilgili herhangi bir çalışmasının olmaması düşündürücü. Düşündürücüdür, çünkü sürecin sessizlikle geçiştirilmesi, özellikle masaya oturmayacaklarını açıklayan TÜRK-İş ile HAK-İŞ’in, iki işveren tarafı hükümet ile işverenin oturacağı masadan çıkacak sonucu kabullendiklerini gösteriyor.
Halbuki asgari ücret sadece bu ücretle çalışan işçiler ile ailelerini değil, dolaylı ya da doğrudan tüm ücretleri etkileyen bir parametredir. Daha açık bir ifade ile asgari ücret, ülkede diğer ücretlerin belirlenmesinde göstergedir. Özellikle sendikalı işyerlerinde çalışan işçilerin taleplerini baskılamak ve onları bu taleplerinden vazgeçirmek için kullanılan bir göstergedir. Zira işverenler, işsizlik ile asgari ücreti genel ücret seviyesini aşağı çekmek için silah olarak kullanmaktadırlar. Daha açık bir ifade ile asgari ücretle çalışacak işsizler ordusunun olması, insanca yaşayacak ücret talep eden örgütlü işçinin bu talebini baskılamanın aracıdır. O zaman asgari ücretin belirleneceği aralık ayına sayılı günlerin kaldığı bugünlerde, işçi örgütlerinin sorunu gündemde tutmaları ve asgari ücretlilerin özne oldukları eylemleri hayata geçirmeleri asgari ücretlilerin yanı sıra temsilcisi oldukları kendi üyelerinin insanca yaşayacakları ücretler almalarını sağlamak için de gereklidir.
Şimdi Türkiye işçi sınıfının önünde iki önemli gündem var. Bunlardan birisi sanayinin motor sektörü Metal İş kolunda faaliyette bulunan işçi sendikaları ile Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) arasında başlamış olan Metal İşkolu Toplu İş Sözleşmesi diğeri ise asgari ücret tespit sürecidir. 12 Eylül öncesinde DİSK’e bağlı Maden-İş sendikasının önemli mücadeleler verdiği, direniş ve grevler gerçekleştirdiği, önemli kazanımlarla örnek sözleşmeler imzaladığı metal işkolunda, DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş, TÜRK-İŞ’e bağlı Türk Metal ve HAK-İŞ’e bağlı Öz Çelik-İş sendikaları toplu sözleşme görüşmeleri yürütmektedirler. Kuşkusuz bu iki önemli gündeme dair verilecek mücadeleler, emeğin kayıplarının karşılanması açısından belirleyici olacaktır.
Evet, barış ve demokrasi, başta çalışanlar ile emekliler olmak üzere tüm emekçilerin en önemli talebi olmak zorundadır. Zira barış ve demokrasi olduğunda, emekçiler ekmeklerini büyütecek örgütlülüğe yani mücadele gücüne sahip olmaktadırlar. Kısacası barış ve demokrasi emekçinin ekmeğidir!
Veli Beysülen