“Sussan Olmaz, Söylesen Yürek Dayanmaz”

“Sussan Olmaz, Söylesen Yürek Dayanmaz”
Yayınlama: 13.12.2025
A+
A-

Ahmet Koçak – Vatan Medya Grubu Köşe Yazısı

Dar gelirli, çok çocuklu ailelerde büyüyen çocukların sessiz çığlıkları vardır. Bu çığlıklar büyüyüp yetişkin olsalar da kulaklarından gitmez, kalplerinden silinmez. Geçim sıkıntısıyla yoğrulmuş evlerde, çocukluk; oyun değil, çoğu zaman acıların prova sahnesidir.

Büyük bir kentin varoşlarında görev yapan idealist bir kadın öğretmen anlatıyor:

“İkinci sınıfları okutuyordum. Bir gün veli görüşmesine bir kadın geldi. Kızının sınıftaki bir erkek öğrenci tarafından üç aydır sürekli dövüldüğünü söyledi. Şaşırdım. ‘Neden bana daha önce söylemediniz?’ diye sordum.”

Kadın gözlerini kaçırarak cevap vermiş:
“Öğretmenim, kızım söyledi… Ama ben susturdum. Çünkü o çocuğun da annesi babası yok. Ona da acıyorum.”

İşte bu cümle, yoksulluğun ve çaresizliğin en çıplak haliyle karşıma çıktığı andı. Ezilen, ama yine de ezileni ezmemek için susan insanların dramı bu. Yoksulluk sadece maddi eksiklik değil; aynı zamanda hak arama cesaretinin de törpülenmesi, suskunluğun içselleşmesidir.

Bir başka veli, okul kütüphanesine getirilen kitaplardan çocuğuna okumak için kitap seçmek isterken, “Evde ışık tasarruflu diye çocuğa ödev yaptıramıyoruz, kitap nasıl okutalım?” demişti.
Bu ülkenin sessiz kahramanları var. Ama bu kahramanlık, onurlu bir yoksulluğun değil, unutulmuşluk içinde yaşamanın hikâyesi…

Ahmet Koçak
Vatan Medya Grubu Köşe Yazarı

ÇOK ÇOCUK
Dar gelirli ve çok çocuklu ailelerde büyüyen, büyüse de acı anıları akıllarından bir türlü çıkmayan insanlar anlattılar. Bu anılardan bir demet sunuyorum.
Büyük bir kentin varoşlarında görev yapan bir kadın öğretmen anlatıyor:
“İkinci sınıfları okutuyordum. Bir gün bir kadın veli benimle görüşmek istemiş. Görüştüm. Sınıfta bir erkek çocuk kızını üç aydır döver dururmuş.
“Neden bana söylememiş?” dedim.
“ O çocuk: “Eğer öğretmene ve ailene söylersen seni öldürür toprağa gömerim.” demiş, o nedenle korkup kimseye söyleyememiş. Issız yerlerde yakalayıp dövmeye devam etmiş. Banyo yaptırırken hep morluklar görürdüm vücudunda. Sorduğumda, “oynarken düştüm.” derdi hep. Geçenlerde sıkıştırınca gerçeği öğrendim ve size bildirmek için geldim hocanım.” dedi. Hemen o çocuğu teneffüslerde izlemeye başladım. Diğer çocukları döverken gördüm. Kolundan tutup sınıfa aldım. Zaten başarısız ve problemli bir öğrenciydi. Böylece; o çocuk şikâyet etmemiş, ben yakalamış olduğumdan onu öldürüp toprağa gömme tehlikesi de ortadan kalkmıştı. Çocuğa yarın anne veya babasından birisinin okula gelmesini, benimle görüşmesini sertçe söyledim. Ertesi gün annesi geldi durumu ona anlattım. Kadında çocuğu ile ilgilenecek bir durum göremedim. Beslenme yetersizliğinden avurdu avurduna çökmüş, zavallı bir durumdaydı. “Hocam beni dinlemez. Yedi çocuğum var. Yetişemiyorum. Üst sınıflara giden diğer kardeşlerinden de şikâyetler geliyor. Ben ne yapayım? Dövün onu.” dedi. Baktım kadından hayır gelmeyecek, “Kocan gelsin onunla görüşeyim.” dedim. Ertesi gün çocuğun babası gelmiş. Olaydan okul müdürüne bahsetmiştim. Veliyi müdür odasına aldım. Baktım adam ne içtiyse sarhoş gibi. O çevrede insanların uyuşturucu içtikleri söyleniyordu. Adam ayakta zor duruyor, okul müdürünün, benim söylediklerimizi anlayamıyor, “beni neden çağırdınız?” deyip duruyordu. Müdür ve ben durumu tekrar tekrar izah ettik. “Ben ne yapayım? Dövün sıpayı? Beni neden çağırıyorsunuz? Benim kaybedecek bir şeyim yok!” derken masaya yaslandı. Birden öfkelendi. Eliyle masa üzerindeki evrakları yerlere saçtı. “Siz görevinizi yapın. Öğretmen değil misiniz? Ben kimseden korkmam. Kaybedecek bir şeyim yok. Ben de sizi döverim.” Falan diye saçmalayıp duruyordu. Müdür güvenlik görevlisini çağırdı. Görevli koluna girdiği adamı dışarı sürükleyerek götürürken hala bağırıyordu: “Beni bir daha çağırmayın. Dövün. Benim kaybedecek bir şeyim yok. Ben ölmüşüm zaten!” Çok tedirgin oldum. Okula gidip gelirken hep etrafı kollamaya başladım.”

Çok çocuklu bir ailede büyüyen başka bir kadın anlatıyor:
“Altı kardeştik ve çok yoksulduk. Bir evin bodrum katında otururduk. Ev sahibimizin karısı bizi küçük görür, küçük görüşünü hemcinsi olan annemi sözleri ile ezerek gösterirdi. Bir gün ev sahibinin torunu simit yiyordu. Hiç simit yemediğimden onu izliyordum. Yedi yedi sonunda kalan küçük parçayı bir taşın üzerine bıraktı. Yerken seli sümüğü simide bulaşmıştı ama bendeki simit yeme arzusunu yenemeyip kalan parçayı ağzıma atmıştım. Bizi izleyen ev sahibinin karısı anneme:
“Kız kız senin kız bizim oğlanın sümüklü simidini yedi ya!” deyip kahkahayı basmıştı. Bu olayı hiç unutamadım. Annemin ezilmesi, bizim ezilmemiz yıllarca sürdü gitti. Bu ve benzer olaylar ruhumda onarılmaz yaralar açtı.”

Tarikata girmiş çarşaflı bir kadın anlatıyor:
“Altı kardeştik. En büyükleri bendim. Babam amelelik yapar, bazen iş bulur bazen bulamazdı. İlkokulu bitirdikten sonra ortaokulda okumayı çok istedim. Babam:
“Okul masraflarını karşılayamam. Hem kız çocuğu okumaz.” diye karşı çıktı. Bir gün okul müdürüne gidip okumayı çok istediğimi, kayıt olmak istediğimi söyledim.
“Baban gelsin. Camekânda yazılı olan evrakları getirsin kaydedelim.” diyerek beni başından savdı. Kayıt olamadım. Okul bahçesine gider arkadaşlarımı izlerdim. Arkadaşlarımı okul çıkışlarında bekler, onlarla birlikte okuldan geliyormuşum gibi eve gelirdim. Bunalıma girdim. Doktora götürmek yerine hocalara, ocaklara götürdüler. Tabi bir faydası olmadı. Yaşım on beş olunca evlendirdiler. Hiç mutlu olamadım. Kocam beni boşadı. Baba evine de gidemezdim. Kız kuran kursunda temizlikçilik yapmaya başladım. Ardından bir tarikata girdim. Tarikat yurdunda karın tokluğuna çalışmaya başladım. Otuz yaşındayım elli yaşında gibi görünüyorum.”

Bir işçi çocuğu anlatıyor:
“Süleyman Demirel’in hep başbakan, işçi olan babamın hep sinirli olduğu yıllardı. Altı kardeştik. Anacağızım bulur buluşturur alüminyum tenceremizi kaynatırdı. Hiç unutmam o akşam bol sulu taze fasulye pişirmişti ki suyuna ekmek banıp karnımızı doyuralım. Babam gelmeden sofra kurulmazdı. Babam geldi. Her zamanki gibi burnundan soluyordu. Annem sofraya yemeği koydu. İlk banakları mutlulukla suyuna banmıştık ki babam birden:
“Bu nasıl yemek? Ben böyle bir hayatı istemiyorum. Bu kadar çocukla ne yapacaktım?” diye bağırırken tencereyi toprak zeminli, kiralık evimizin tabanına döktü. Amirlerinden, müdüründen, şefinden yediği azarların acısını bizden ve annemden çıkarırdı. O, annemi döverken biz çocuklar suyu toprak tarafından emilen fasulyeleri toplayıp sabahtan beri aç olan midemize indirmekle meşguldük…”
Devletler elli, yüz yıllık planlar yapmalı; ekonomiyi, eğitimi, tarımı, hayvancılığı, sanayiyi planlarken, nüfus artışını da planlamalı ki çocuklar yukarıdaki gibi hayatları yaşamamalılar.
ahmet.kocak16@hotmail.com

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.