Prof. Dr. Hilmi Özden makalesinde;
Türk Kostümleriyle Grace M. Ellison, Türk Hareminde Bir İngiliz Kadını, 1915[3]
Özet
Grace Mary Ellison, Mustafa Kemal Paşa’nın “âdetâ câsûs” dediği bir İngiliz gazetecidir. Bu gazetecinin Osmanlı döneminde II. Abdülhamit Han, V. Sultan Mehmet Reşat ayrıca birçok Osmanlı devlet adamı ve ailesi ile görüştüğü bilinmektedir. Bu dönemde Osmanlı Harem’i ile ilgili eserler vermiştir. Kadın hakları savunucu olmuş ve Türklerin güvenini kazanmıştır. Millî Mücadele sırasında 1922 yılında Ankara’ya girebilen tek İngiliz gazetecidir. Lozan görüşmeleri sırasında Mustafa Kemal Paşa ile röportajı gazetesinde farklı yayınlandığı için yazıları tekzip almıştır. Mustafa Kemal Paşa, günlüklerinde kendisinden bahsederek onu “adeta ajan” olarak tanımlamıştır. Grace M. Ellison, “Bugünkü Türkiye” kitabında ise Mustafa Kemal Paşa’nın “Benim bir dinim yok; bazen tüm dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum.” ifadesini kullandığını iddia etmektedir. Eserleri ve kişisel bağlantılarının dikkatlice incelenmesi sonucu İngiliz istihbaratına çalışan bir casus olduğu anlaşılmaktadır. Bu çalışmanın amacı Grace Mary Elllison’ın Türklerin dostluğunu kazanarak yahut kendisini Türk dostu izlenimi vererek bu duyguyu nasıl suiistimal ettiğini ve Mustafa Kemal Atatürk’e iftira attığını göstermektir.
Anahtar Kelimeler: Mustafa Kemal Atatürk, Grace M. Ellison, Adeta Casus, Bugünkü Türkiye
THE BRITISH “AGENT” JOURNALIST GRACE MARY ELLISON
Abstract
Grace Mary Ellison was a British journalist whom Mustafa Kemal Pasha called like agent. It is known that she met with Sultan Abdulhamid II, Sultan Mehmet V, and many Ottoman statesmen and families during the Ottoman period. During this period, she published works on the Ottoman Harem. She championed women’s rights and earned the trust of the Turks. She was the only British journalist to enter Ankara in 1922 during the Turkish War of Independence. Her interview with Mustafa Kemal Pasha during the Lausanne negotiations was retracted because her newspaper published it incorrectly. Mustafa Kemal Pasha noted her in her diaries, describing her as an agent. In her book “Turkey Today,” Grace M. Ellison claims that Mustafa Kemal Pasha used the phrase, “I have no religion; and at times I wish all religions at the bottom of the sea”. A careful examination of her works and personal connections reveals that she was a spy working for British intelligence. The purpose of this study is to demonstrate how Grace Mary Ellison exploited the Turks’ friendship, either by winning them over or by giving the impression of being a Turk-friendly, and by slandering Mustafa Kemal Atatürk.
Keywords: Mustafa Kemal Atatürk, Grace M. Ellison, like agent, Turkey To-Day
БРИТАНСКАЯ ЖУРНАЛИСТКА-«АГЕНТ» ГРЕЙС МЭРИ ЭЛЛИСОН
Аннотация
Грейс Мэри Эллисон была британской журналисткой, которую Мустафа Кемаль-паша называл своим агентом. Известно, что она встречалась с султаном Абдул-Хамидом II, султаном Мехмедом V и многими османскими государственными деятелями и семьями в период Османской империи. В этот период она опубликовала работы об османском гареме. Она отстаивала права женщин и заслужила доверие турок. Она была единственной британской журналисткой, въехавшей в Анкару в 1922 году во время Турецкой войны за независимость. Её интервью с Мустафой Кемалем-пашой во время переговоров в Лозанне было отозвано, поскольку её газета опубликовала его с ошибкой. Мустафа Кемаль-паша упоминал её в своих дневниках, называя агентом. В своей книге «Турция сегодня» Грейс М. Эллисон утверждает, что Мустафа Кемаль-паша использовал фразу: «У меня нет религии; и порой мне хотелось бы, чтобы все религии оказались на дне моря». Внимательное изучение её работ и личных связей показывает, что она была шпионкой, работавшей на британскую разведку. Цель данного исследования — продемонстрировать, как Грейс Мэри Эллисон эксплуатировала дружбу турок, либо завоёвывая их расположение, либо создавая видимость благосклонности к туркам, и клеветая на Мустафу Кемаля Ататюрка.
Ключевые слова: Мустафа Кемаль Ататюрк, Грейс М. Эллисон, агент-аналог, Turkey To-Day
Giriş
İstanbul’da İngiliz Cellâdına Âşık Olmak (İngiliz Hayranlığı)
Rıza Nur kendisini anlattığı II. Meşrutiyet ilanı ile ilgili bölümde Hayat ve Hatıratım adlı eserinin I. Cildinde İngiliz hayranlığını şu satırlarla ifade etmektedir: Süratle ve sessizce ilerledik. Üsküdar iskelesine geldik. Derhal araba vapurunu istila ettik. Kaptana derhal hareket emrini verdim. Bu vapur Beşiktaş’a uğrarmış; “Olmaz” dedim. Bu vapurun iskelesi Sirkeci’dedir, Doğru köprüye, Kadıköy iskelesi tarafına yanaştırdım. Köprüye çıktık. Galata tarafına yürüdük. Ahali etrafımıza üşüştü. Meydana gelince Tring mağazası önünde bir araba tıkılmış, kalabalıktan gidemerniş duruyordu; derhal üstüne çıktım, bir nutuk verdim. Alkış, bağırışma, kıyamet koptu; fakat ne dediğimden bir kelime bile bilmiyorum. Kendimi kaybederek söylemişim demek. Ağzıma geleni söylemişim olsa gerek. Talebeden, ahaliden birkaç kişi beni tutup omuzlarına aldılar. Nereye dediler.”Beyoğlu’na, İngiliz sefarethanesine” dedim. Domuz Sokağı’ndan yürüdük. Artık ben, talebe ahali deli gibi olmuş, bağırıyorduk. Arasıra nutuk söylüyordum. Tramvay yolundan İngiliz sefarethanesine kadar geldik. İçeriye girdik benim zorum buraya gelmek, İngilizler’in Türk milletine yardımını istemekti. Abdülhamit Meşrutiyet’i yapmaz diye korkuyordum. Zannediyordum ki, İngiltere bize yardım eder, Meşrutiyet’i yaptırır. Gece rnektepte bu babta bir de nutuk hazırlamıştım avucumdaydı[4]. Onu okudum. İngiltere’ye Türk’ün dostluğu ve duasını söylüyordum. Diyordum ki “Dünyanın denizlerini İngiliz donanması doldursun sonra da İngiltere Türk’ün hürriyetine yardım etsin.” temennisiydi. Bu nutku okudum ve sefarethaneye teslim ettim. Otuz yaşımda, doktor, profesördüm ama ne saf çocukmuşum. Bir devlete böyle bir dua ile yardım ediverirler mi? Bütün Türk milleti işte böyle saf, cahil ve dünyadan bihaberdik. Oradan çıktık; cadde-i kebire girdik. Bunu haber alan Alman ve Fransız sefarethaneleri de “Bize de gelsinler” diye haber gönderdiler. Kabul etmedim. Nutkuma, bağırmalarımıza devam ediyorduk. Bayrağın bir ucu yaya kaldırımının birinde diğer ucu değirindeydi. Sokak hıncahınç. Her tarafta herkes pencerelere dolmuş, üstümüze çiçek atıyor, lavantalar serpiyorlardı. Bir Alman gazetesi burada iki resim almış, Almanya’da basılmış, bana göndermişlerdi. Bunlar Sinop’ta kütüphanededir. Bu manzaralar, müthiş kalabalığı gösterir. Ben hâlâ talebenin omuzundayım. Daima terliyordum. Nutuktan ağzım kuruyor, su istiyordum. O aralık Abdülhamit tüfenkçiler ile sakallı Mahmud Paşa’yı göndermiş. Bunlar beni vurmak istemişler. Benim haberim yok. Talebe etrafıma kendilerinden geniş bir halka yaptılar; oraya kimseyi sokmuyorlardı. Sonra beni zehirlernek istemişler. Talebeden bir tanesi bir testi ve bir bardak almış, yanımda duruyor, suyu o veriyordu. Hariçten biri su ve limonata getirse onu bana içirtmiyordu. İnsan böyle talebeye güvenebilir. Maksadım gidip harbiye talebesini almaktı. Bu fikrimi anlayınca orayı hükümet bir iki taburla muhasara ettirmiş. Bir bela çıkacağından korkanlar beni döndürmek için zorladılar nihayet ikna ettiler. Bu zorlayanların başında göz hekimi Esat Paşa vardı. Bu işi haber alınca oraya gelmişmiş. Alayın bir ucu Cadde-i Kebir’de idi, bir ucu hâlâ Galatasaray’daymış. Herkes doluyordu. Döndük, akşam da olmuştu, dağıldık. Üzerimde yeni bir askeri ceketim vardı. O kadar terlemiştim ki ertesi günü kazık gibi olmuştu, bir daha giyemedim. Sesim de kısılmıştı tam on beş gün açılmadı. Bunlara dair bir makale yazıp Tercüman-ı Hakikat gazetesiyle neşrettim[5].
İşte bu uzun Temmuz gününde sabahtan akşama kadar dört tıbbiye talebesinin omuzunda gezdim. Bir düziye yorulanı değiştiriyorlardı. Nümayiş bittiği vakit karanlık çökmüştü. Galata köprü başında beni indirdiler. O vakte kadar duymamıştım. İnince yere basamadım. Ayaklarım uyuşmuştu. Bir müddet koltuğuma girdiler. Ertesi günü bu nümayişler çoğaldı. Herkes bir bayrakla sokağa fırladı. İstanbul bir hafta çalkalandı. Abdülhamit bu nümaylişlerden İstanbul ahalisinin de Selanik’tekilerle bir olduğunu zannedip korktu. Meşrutiyet yerleşti. Halbuki onun niyeti hiç böyle değilmiş. Bu nümayişler olmasaydı iş güçmüş[6].
Mithat paşa’nın oğlu Ali Haydar Mithat 1908 de II. Meşrutiyet’in ilanı ile ilgili olarak Hatıralarım isimli eserinin “Meşrutiyetin ilanı ve İstanbul’a avdetim” bölümünde aşağıdaki satırları yazmaktadır. İngiliz Sefiri Sir G. Lowther (Lawter)in de arkadaşı olan Ali Haydar Mithat şu acı tabloyu gördüğü şekliyle aktarır: “Meşrutiyetin ilk günlerinde, halkın İngilizlere gösterdiği muhabbet ve dostluk tezahürleri, Alman Sefirini oldukça düşündüren bir keyfiyet olmuştu. Halk, İngiliz Sefiri Sir G. Lawter’in arabasının hayvanlarını sökerek, arabayı, ta Sefarethaneye kadar bizzat çektikleri zaman, Alman siyasetinin Türkiye’de iflas ettiğine hükmedenler olmuştu. İngilizlere karşı bu kadar sevgi izhar olunurken, Abdülhamit, Almanlara dostluk gösterdi diye, Almanlar aleyhinde nümayişler yapılıyor ve gazetelerde Baron Marşal’ın istibdat devrindeki hareket ve hizmeti hakkında imalar eksik olmuyordu”[7]. Bu utanç verici tablo bizzat kendisinin tanığı gazeteci Ahmet İhsan (Tokgöz)’ün “Matbuat Hatıralarım” başlıklı kitabında da benzer ifadelerle geçmektedir: “1908 Temmuzu’nun 23. günü İstanbul’da bulunmayan İngiliz Sefiri Lowther’in şehrimize döndüğü zaman Sirkeci istasyonunu baştanbaşa doldurmuştuk. Büyükelçiyi candan ve gönülden alkışlıyorduk. Nihayet coşkulu gençler büyükelçinin arabasını çeken atları söktüler, arabayı kendi kollarıyla çektilerdi. Bu fıkrayı yazmaktaki maksadım, Meşrutiyetin ilanına kadar Türk aydınlarının siyasi meylini ve düşüncesini göstermek içindir[8]”.
Öyle ki, kendisinin hiç beklemediği bu araba çekme olayından İngiliz büyükelçisi bile şaşırıp kalmış, neye uğradığını bilememiş, aynı gün bu olayla ilgili olarak Londra’ya çektiği telgrafında, kendisine yapılan bu beklenmedik davranıştan hayretler içinde kaldığından bahisle, arabasını çeken Jön Türkleri: “Politik tecrübeden yoksun, aralarında birlik bulunmayan iyi niyetli çocuklar topluluğu” ifadelerini kullanarak tasvir etmişti[9]”.
Grace Mary Ellison Osmanlı’daki İngiliz hayranlığını ve İngiliz Sefirinin at arabasının Türk gençleri tarafından çekilmesini şu şekilde özetlemektedir:
1906 yılında ilk olarak Pierre Loti’nin kitaplarındaki kadın kahramanlarından Zeynep ve Melek’le tanıştım, çok geçmeden yakın arkadaş olduk[10]. Onların gözü pekçe kaçışlarının öyküsü beni heyecanlandırdı. Babaları Abdülhamit’in nazırlarından biriydi… Saatlerce bana harem hayatını, bilhassa sultanı ve “Abdühamit yönetimindeki” dehşeti canlı bir biçimde anlatırken kendimden geçerdim. Bu akıllı müstebitin idaresinde Türkler, Hristiyanların kaybettiğinin yüz mislini kaybetmiştir. Arnavutluk’ta askeri birlikler toptan yok edilmiştir; Yemene askerler gönderilmiş ve orada unutulmuştur. Nazırlar aniden ölmüşler, nazırların aileleri toptan kaybolmuşlardır. Avrupa, Türkleri kovalamak istemiştir, kısmen de Hıristiyan Ermeniler, Abdülhamit’in yönetiminden zarar görmüşlerdir.
Zeynep ve Melek’in ayrılışından sonra, babaları aniden öldü. Ben İstanbul’dayken dul kalmış annelerini avutmak için elimden geleni yaptımsa da, o beni kızlarını çalan biri olarak görmekte direnmiştir. Açıklama ve savunmalarımı dinlemedi. Daha o zamanlar gelen ihtilalı (Jön Türk İhtilalı) biliyordum. Nerede, ne zaman toplantıların yapıldığını, gizli örgüt üyelerinin kimler olduğunu hangi arkadaşlarının hapishaneden kaçırılacağını v.s. gibi … 1905’de Meşrutiyet ilan edildiği zaman bütün dünya şaşırmış ve ben de sanki benim ülkem hürriyete kavuşmuş gibi sevinmiştim.
Bu büyük önemli günlerde günlerde, yine şansıma İstanbul’daydım. Birkaç yıl öncesinin gizli müstebitlerinin Pera (Beyoğlu) sokaklarında sürüklendiklerini gördüm; parlamentonun (Meclisi Mebusan) açılışında oradaydım. Sultan Abdülhamit ve Başveziri Kamil Paşa’yla tanıştırıldım[11]”.
Vezirin güzel kızı çok geçmeden en yakın arkadaşım oldu ve bana ondan sonraki ziyaretlerimde ev sahibeliği yaptı. Hatta bir keresinde, Abdülhamit’ten sonraki Padişah V. Mehmet’e (Reşat) benden “İngiliz kız kardeşi” diye söz etmiş. Ve Sultan da “Kamil Paşa’nın İngiliz çocukları olduğunu bilmiyordum.” diye karşılık vermiş. Zavallı adam … Düzinelerce Türk karısı vardı. Sultan Hamit’in düşüşü bana ilk olarak Türkiye’nin İngiltere’yi ne kadar çok sevdiğini, İngiliz dostluğu için neleri vermeye hazır olduğunu öğretti. Bizim elçimiz, rahmetli G. Lowther’in İstanbul’a muzafferane girişine, onu taşıyan arabasının atlarından ayrılıp elçiliğe Türkler tarafından taşınmasına tanık olmuştum. Abdülhamit bir yandan ülkeyi, Almanlarla dostluğa götürürken genç Türkiye de kendini Büyük Britanya’nın ayaklarına atıyordu[12].
Neden biz gereken ilgiyi göstermedik? Yazık ki bizim elçimiz ve onun Fransız meslektaşı M. Constant açıkça zorba Abdülhamit’i yeğ tuttular. Onların söyledikleri genç Türklerin duygu ve gururlarını incitti: Dediler ki “İstanbul’u ziyaret edenler iki sınıfa ayrılır: Pisliği ve sefaleti sevenler (ben onlardan biriydim) ve sevmeyenler.” Elbette ki Almanlar, bizim aptallığımızın ve kabalığımızın meyvelerini toplayacaklardı. Bizim bilmemiz gereken şey, Almanya’nın en iyi diplomatlarını İstanbul’a göndereceğiydi: Mareşal Von Bleberstein ve onun yardımcısı Dr. W – genç Türkleri teselli etmek fırsatını kaçırmadılar. Bunun onlara sağlayacağı faydayı biz önceden görmeliydik. Balkan savaşından sonra yenik Türkiye’ye bir ziyaret daha yaptım. Bu sefer İstanbul’daki Türk kız kardeşimin konuğuydum. Babası, o sırada Kıbrıs’a sürülmüştü ve orada ölmüştü. Bu şartlar içinde bizim elçimiz, Sir Louis Mallet’i pek sık göremezdim[13]. Elçilikte ve başka yerlerde, Britanya’nın Türkiye’nin tekrar ayağa kalkmasında yardımı konusunda yaptığım bütün ricalara hep aynı budalaca karşılığı aldım: “Rusya’yı kurban edemeyiz.” Yine de, Londra’ya döndüğümde “Türkiye hareminde bir İngiliz kadını” kitabını bastırdım. (Bu kitap Doğu’da çok satılmıştır.) Biz Türkiye’yi sevenler, hükümete meydan okumaya karar verdik ve bu amaçla Osmanlı Derneğini kurduk[14].
Çok uzun yolculukları göze alan yahut görevlendirilen Grace M. Ellison, “Savaş başladığı zaman, Türkiye’ye, Anadolu’ya oradan İran ve Hindistan’a doğru gitmek için Berlin’e henüz varmıştım[15]” demektedir. İngiliz İmparatorluğu ve hedeflerini kapsayan coğrafya onun çalışma alanıdır. Özellikle de bu alan Osmanlı Devletidir. II. Meşrutiyet öncesi Sarayla ve hükümetteki bakanların aileleri ile yakın ilişkilerde bulunmuş ve ihtilalin ayak seslerini bir İngiliz gazeteci olarak duymuştur(!). İngiliz İmparatorluğunun menfaatlerinin olduğu her ülkeyi rahat bir şekilde iletişim kabiliyeti sayesinde gezerek haber toplamış devlet adamları, onların aileleri ve aydınlar ile görüşmeler yapmıştır. Bu çalışmanın amacı Grace Mary Elllison’ın Türklerin dostluğunu kazanarak yahut kendisini Türk dostu izlenimi vererek Türk Milletinin misafirperverliği ve güvenini nasıl suiistimal ettiğini üstelik Mustafa Kemal Atatürk’e iftira attığını göstermektir. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın onun için “adeta casus” tespiti çerçevesinde Grace M. Ellison’un gazeteci olduğu kadar İngiliz İstihbarat Servisi’ne hizmet eden bir özgeçmişe sahip olduğunu irdelemektir.
Bir Câsûs (âdetâ)’un Marifetleri
Grace Mary Ellison (1880-1935), Türkiye’ye Osmanlı Dönemi, Kuvay-i Milliye öncesi ve sonrasında defalarca gelmiş (âdetâ) İngiliz casusudur. II. Abdülhamid Han, Sultan V. Mehmet Reşad ve Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüş üst düzey birçok yönetici ve ailesi ile arkadaşlık bağları kurmuştur. Kendisini sevdirmiş dolayısıyla şahsına bu gezilerinde büyük kolaylıklar gösterilmiştir. Kullandığı üslûp diğer casuslardan değişik olduğu için Osmanlı Döneminde fark edilememiştir. Grace Mary Ellison’un casus olabileceğine ilk defa dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Lozan görüşmeleri sırasında Grace M. Ellison’un Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı röportajı (22 Aralık 1922) gazetesi Morning Post’ta değiştirilmiş yayınlaması üzerine Ankara Hükümetinin tepkisini çekmiştir. Anadolu Ajansı bu resmi tekzibi yayınlanmıştır:
İNGİLİZ GAZETECİ GRACE M. ELLISON’LA MÜLAKAT*
(22 ARALIK 1922)
Lozan’da konferans toplandıktan hemen sonra Gazi M. Kemal Paşa bana şu görüşmeyi lütfetti.
-Kamuoyunun Türklerin aleyhine çevrilmesinde Büyük Millet Meclisi’nin tavrının mesuliyeti, eğer varsa, ne ölçüdedir?
* Grace Ellison, An Englishwoman in Angora, E.P. Dutton and Company, New York, (basım yılı belirtilmemiş; önsözü “Ocak 1923” tarihli), s.l74-178’deki İngilizce metin Lale Akalın tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Kitabın Türkçe basımı için bkz.Grace Mary Ellison, Bir İngiliz Kadını Gözüyle Kuva-i Millîye Ankarası, Çeviren: İbrahim S. Turek, Milliyet Yayınları, Ocak 1973, s.171-175. Ayrıca bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeşleri Tamim ve Telgrafları V, Hazırlayanlar: Sadi Borak-Dr. Utkan Kocatürk, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1972, s.96-97; Morning Post, 22 Aralık 1922.
Kaynakta mülakatın tarihi bulunmamakta, ancak “Lozan’da konferans toplandıktan hemen sonra” yapıldığı belirtilmektedir. Lozan Konferansı 20 Kasım 1922’de toplanmıştır. Mülakatla ilgili makale Morning Post’un 22 Aralık 1922 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Bu mülakatla ilgili olarak Morning Postta yayımlanan makale hakkında Vakit’te şu haber ve tekzip yayımlanmıştır:
“MorningPost gazetesi, Ankara’ya gelen muhabiri ile Mustafa Kemal Paşa arasında cereyan eden bir mülakatı yayımlıyor. Muhabirin rivayetine göre Mustafa Kemal Paşa İngiltere ile münasebetlerimiz hakkında şu beyanatta bulunmuştur:
“‘Hiç şüphe etmiyorum ki, günün birinde İngiltere ile Türkiya arasındaki ananevi dostluğa döneceğiz. Buna karşı hiçbir engel göremiyorum. Yegâne arzumuz bağımsızlığımıza riayet edilmesinden ibarettir. Yabancılardan nefret ettiğimiz hakkındaki rivayet esassızdır. Bizde bu gibi hisler yoktur. Ben hükümet tarafından işlenen hatalardan dolayı o hükümetin ait bulunduğu millete düşmanlık besleyecek bir adam değilim. Bonar-Law hükümeti hakkında henüz bir şey söyleyemem. Muhafazakâr hükümetin ne suretle hareket edeceğini görmeyi tercih ederim Arzumuz gerek İngiltere ile gerek diğer devletlerle dostane münasebetlere girişmektir.’
“Morning Post bu mülakat münasebetiyle yazdığı bir makalede İngiltere dostluğunun bizim için taşıyacağı menfaatları sayarak Lord Curzon’un Londra’da Türkler hakkında dostane bir meslek takip ettiğine bizi inandırmaya çalışıyor. Eğer Lord Curzon’un hareketleri bu iddiayı tekzip edecek mahiyetle olmasaydı Morning Post’a inanırdık.
“Morning Post’un Mülakatını Tekzip
“Ankara. 25 Kânunuevvel (25 Aralık) (AA) – Şark gazetesinin 22 Kânunuevvel (22 Aralık) tarihi ile Londra’dan aldığı bir telgrafnamede Morning Post muhabirinin Gazi Kemal Paşa Hazretleri’yle icra ettiği mülakattan bahsolunmakta ve Paşa Hazretleri’nin İngiltere ile dostane münasebetlere başlamak lüzumunu beyan ederken güya Türkiya’nın bulunduğu vaziyet pek müşkül olduğundan, bir an evvel iyi neticeye ulaşmak hakkında temennilerde bulunduğu ilave edilmekledir. Anadolu Ajansı bu mülakatın tamamıyla asıl ve esastan uzak ve imkânsız olduğunu beyan ile keyfiyetin tekzibine mezundur.”
Bkz. Vakit, 27 Aralık 1922, No: 1811, s.2. Eski yazı metin Ahmet Hezarfen tarafından okunmuştur. (Belge. 1)Aynı konuda İkdam’da şu haber yayınlanmıştı:[16]
“Mustafa Kemal Paşa’nın Bir İngiliz Muhabirine Vaki Beyanatı
Nasıl Tahrif Edilerek Yazılmıştır
“Geçenlerde Morning Post gazetesinin Anadolu muhabirine Mustafa Kemal Paşa tarafından vuku bulan beyanatını belirtilen gazeteden tercüme etmiştik. Anadolu Ajansı ise yayımlanan beyanatın bazı noktalarının gayri vaki olduğunu bildirmişti. Morning Post’ta en ziyade dikkat çeken fıkra şu idi:
“Bizim memleketimizi imar için barışa muhtaç olduğumuz aşikârdır. Esas mesele daha süratle halledilmek lazımdı. Teferruatı tanzim için vakit geçecektir. Vaziyetimizin vehameti hayati meselelerin seri olarak hallini gerektirmektedir.”
“Anadolu Ajansı’nın tekzibi üzerine Morning Post gazetesinin Mustafa Kemal Paşa ile görüşen ve şu anda şehrimizde bulunan nıuhabiresi Mis. Grace Ellison aşağıdaki sözleri söylemiştir:
“-Morning Post’un kendisine gönderdiğim beyanata uymayan yayınından üzgünüm. Ben, Mustafa Kemal Paşa’nın beyanatı olarak gazeteme şu satırları yazmıştım:
“-Konferans çok hararetli devam edecektir. Fakat her halde bize barış verecektir. Bu hususta hiçbir şüpheye mahal yoktur. Müttefik devletler bizim taleplerimizin meşruiyetini görüyorlar. Kendileri bizden bağımsızlığımıza aykırı barış şartlarını kabul etmemizi istemezler. Biz bağımsızlığımız için üç buçuk senedir fevkalade bir fedakârlıkla çalıştık. Dolayısıyla harp halinin daha ziyade devam etmeyeceğini ümit ederim.
“Türkiya Büyük Millet Meclisi hükümeti barışı samimiyetle arzu etmektedir. Memleketimizin imarı için barışa muhtaç olduğumuzu herkes anlayabilir.’
“İşte Mustafa Kemal Paşa’nın bana söyledikleri bundan ibarettir. Ben bu beyanatı Londra’ya gönderilmek üzere Morning Post’un İstanbul’daki daimi Muhabiri Mösyö Kirk’e ve Orient News‘in başyazarına vermiştim. Ne yazık ki, makalelerimin daima değiştirildiğini görüyorum. Ben on beş seneden beri Türk dostuyum. Mustafa Kemal Paşa’nın söylemediği bir şeyi yazmayacağım muhakkaktır. Londra’ya dönüşümde Ankara’daki gözlemlerim hakkında bir kitap telif edecek ve istediğimi kayıtsız yazacağım. Anadolu hükümeti herhangi bir millet için iftihar konusu olacak şekilde demokrattır.
“Bu idare Türkiya’ya büyük faydalar verebilecektir. Londra’ya dönüşümde gerek yazılarımda gerek vereceğim konferanslarda bütün bunları anlatacağım[17].”(Belge. 2)
Belge 1. Vakit Gazetesi 1922 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerini çarpıtan İngiliz Ajanı gazeteci Grace Ellison’ın Tekzip edilmesi[18].
Belge. 2. İkdam Gazetesi 1922 yılında Grace Ellison’ın Mustafa Kemal Paşa ile Röportajındaki sözlerinin çarpıtıldığı Savunması[19].
Grace Ellison kendisinin (!) yahut gazetesinin yaptığı sözde hatayı(!) telafi edebilmek için M. Kemal Paşa ile yeni bir röportajı Morning Post gazetesine göndermiştir. Bu mülakat 23 Ocak 1923 tarihinde Vakit’te yayınlanmıştır:
MORNING POST YAZARI GRACE ELLISON’A DEMEÇ[20]
(23 OCAK 1923)[21]
Miss Grace Ellison Morning Post gazetesine Mustafa Kemal Paşa hakkında pek övücü bir makale yazmıştır. Ankara’da icra ettiği bir mülakat münasebetiyle Paşa Hazretleri’nin şahsını, Çankaya’daki köşklerini pek teveccühlü bir kalemle tasvir ediyor. Paşanın tevazuu, sadeliği, her sözünün açık ve samimi olması, her nevi blöften kaçınması hakkında hararetli kelimeler kullanıyor ve Türk milletini ve Türk idarecilerini anlâmadığından ve bizi bundan etkilenir zannettiğinden dolayı Loyd Corc’a (Lloyd George) şiddetli taarruzlarda bulunarak eski başvekilin hataları neticesinde Türklerin bugünkü İngiliz kabinesine de emniyet etmemesine teessüf ediyor.
Miss Ellison, Paşanın kitapları arasında Napolyon’a dair bir eser görmüş ve Paşa’nın Napolyon’a merakı olduğunu farz ederek şu zeminde konuşmaya girişmiştir[22]?
-Size sadece ihtişamlı zaferiniz hakkında tebriklerimi sunmak yerine “küçük Korsikalı” ile ilgili bir kitap getirmeyi neden akıl etmediğime pişman oldum.
-Lütfen, böyle bir şey sakın düşünmeyin. O beni büyük bir general olarak ilgilendiriyor, ancak…
-ilginizin neredeyse hürmete vardığını farz etmiştim, veya öyle söylendi.
-Ne garip şayia! Ben tabii olarak bütün büyük strateji uzmanlarını inceliyorum; fakat Sakarya’yı Austerlitz ile kıyaslamak muhakkak ki büyük bir iltifat değildir.
Bu etkili açıklamadan önemli ölçüde irkildiğimi itiraf etmeme rağmen, bana savaştan birkaç yıl önce Mösyö Clemenceau ile konuşmamı hatırlattı.
-Clemenceau bana, Lord Rosebery’nin Napolyon’a hararetli hayranlığının kendi siyasi kariyeri üzerinde neredeyse leke olduğunu anlatmıştı. “Bu mağrur bencilin büyüklüğü nerededir?” diye sordu ünlü Fransız. “Ben kendimi şu basit sebepten dolayı ondan yüz kat daha büyük olarak görüyorum: Napolyon iktidardan indiğinde sonsuza kadar düştü. Eğer ben veya benim memleketim düşerse, o zaman ben en büyük ve en iyi durumda olurum.”
-Napolyon birinci sıraya ihtirası koyardı. Kendisi için mücadele etti, “dava” için değil; hezimet kaçınılmazdı.
Mustafa Kemal’i dinlerken, bir yandan donmuş el ve ayaklarımı odun ateşinde ısıtmam için yaptığı nazik çağrıyı değerlendiriyorum ve diğer yandan, dünyanın daha kırkını bile aşmamış, en büyük generallerinden birinden bu özel konferansı dinleme fırsatı için, nice “akıllı asker” benim yerimde bulunmak için neler vermezdi diye merak ediyorum.
-Başarınızdan hiç şüphe ettiğiniz oldu mu?
-Hayır, asla. Bütün gelişmeyi; sonunda da böyle bir neticeye varacağını, en başından -elimizde hiçbir harp levazımı bulunmadığı zaman bile- görmüştüm. Geciktik; kan dökülmesini ve harabiyeti önlemek için. Fethi Bey’i Londra’ya son bir çare olarak gönderdik; çünkü biz kanla değil, mürekkeple imzalanan bir barış istiyorduk[23].
Turkey To-Day (Bugünkü Türkiye)
Atatürk’ün sözlerini çarpıtmakla vazifeli olan gazeteci Grace M. Ellison Türkiye’ye yaptığı beşinci ziyaretin sonucunda Turkey To-Day (1928) adlı kitabı ortaya çıktı. Turkey To-Day kitabında yine Atatürk’ün ağzından söylemediği sözleri konuşmuş gibi gösterme alışkanlığından vazgeçmedi. 1926-1927 yılları arasındaki seyahatini söz konusu ettiği kitabını 1928 yılında bastırmıştır. Ancak Mustafa Kemal Paşa ile röportajının tam tarihî gösterilmemiştir. Atatürk Özel Kütüphanesi’[24]nde bu kitap bulunmaktadır. Bu kitapta bahsi geçen röportaj ise Türk kaynaklarında yoktur. Yahut bu beyanatta Mustafa Kemal Paşa’nın söylediklerine farklı cümleler eklenmiştir. Grace M. Ellison birçok eserinde yaptığı gibi kendi düşüncelerini tecrübeleriyle de birleştirerek kahramanlarına konuşturmaktadır. İddia ettiği röportaj da tam da bu yöntemle kurgulanmıştır. Şu cümleler kayıtlarda olmamasına rağmen Paşa’nın düşüncesine bir parça uygundur: “Tüm, bu saçmalık sona erecek. Haremler, peçeler, kafes pencereler ve Bizans’tan kalma tüm gerici sapkınlıklar, geçmiş ve gitmesi gereken bir çağa aittir. Nüfusun yarısı kölelik altındayken nasıl mükemmel bir demokrasi kurabiliriz? İki yıl içinde her kadının yüzü açık olacak ve erkeklerle yan yana çalışacak; erkekler de şapka takacak. Giysilerin bir dinin simgesi olduğu günler geride kaldı. Batı medeniyetinin hor gördüğü bir inancı simgeleyen fes ve onunla birlikte gelen tüm tutuculuk gitmeli!”
“Bir adamın iki yılda böyle bir reformu denemeye cesaret edebileceğine inanmak imkansız görünüyordu! Paşa devam etti: “Çocukluğumdan beri ailelerimizi gerçek bir yuvanın sağlam temelleri üzerine kurmanın gerekliliğini gördüm. Erkekler demokraside ihtiyaç duyulan bir evde yetiştirilmeli ve artık kendimizi yabancı müdahalelerden sonsuza dek kurtarabildiğimize göre, böyle bir reformu uygulamaya koyabiliriz.”Kadınların itirazına dayanamadım: “Ama peçeler çok güzel. Kadınlar için daha uygun bir başörtüsü icat edilmedi.” “Yabancı yazarlara metin sağlamak için Karanlık Çağ’da kalamayız,” diye cevap verdi”[25]. Mustafa Kemal Paşa adeta yazarın “An English Woman in a Turkish Harem”(1915) “Türk Hareminde Bir İngiliz Kadını[26]” yahut Pierre Loti’nin Osmanlı harem hayatını (ev hayatını) aşağılayan ve iftiralar atan eserlerine imada bulunur gibidir. Bunlar Pierre Loti’nin 1879’da yayımlanan Aziyade ile olay örgüsü 1904-1905 yıllarında geçen Les Desencbantees (Mutsuzlar) başlıklı Romanlarıdır. Les Desencbantees, “Nâşâd Kızlar”, “Kırgınlar”, “Aşktan Yüzü Gülmeyenler”, “Düş Kırıklığına Uğrayan Kadınlar”, “Mutsuz Kadınlar”, “Bezgin Kadınlar” gibi adlarla çevrilmiştir. Roman, büyük ölçüde Aziyade romanının devamı niteliğindedir. Her iki roman da otobiyografık karakrere sahiptir[27]. O dönemde Pierre Loti’nin eserlerinin isimleri Osmanlı Türk aydınlarınca yeterince tanınmaktadır. Üstelik Mustafa Kemal Paşa hariç çoğu aydın onu Türk dostu sanmıştır. Halbuki Pierre Loti, Türklerin Fransa’ya karşı dostluğunu yeniden kazandırmakla görevli bir Fransız ajanıdır. Grace M. Ellison’un da yakın ilişkisi olduğu bilinen Pierre Loti’nin kimliği hakkında burada bilgi vermekte fayda vardır: Pierre Loti, Fransız deniz subayı olan ve daha çok Doğu dünyasına ilişkin olarak yazdığı roman ve diğer türlerdeki eserleriyle tanınan Pierre Loti’nin asıl adı “Julien Marie Viaud (1850-1923)”dur. Üçüncü romanından sonra eserlerinde ‘Pierre Loti’ takma adını kullanmıştır. Hint denizlerinde bulunduğu sıralarda o bölgeye, tropik iklimlere özgü ve kendisini gizleyen bir çiçeğin adı olan ‘Loti’ ismi, çekingen bir kişiliğe sahip olduğu için kendisine Pomare Kraiçesinin nedimeleri tarafından verilmiştir. 21 yaşından itibaren deniz subayı olarak Uzak ve Yakın Doğu deniz ve ülkelerine seyahat etmiş olan Loti, eserlerinde maceralarından ve edindiği izIenimlerden yola çıkarak özellikle Doğu gizemini yansıtmaya çalışmıştır. Bu bağlamda o dönem Osmanlı dünyasına da girmiş İstanbul’a 1876-1877, 1887, 1890, 1894, 1903-1905, 1910, 1913 yıllarında 7 kez gelmiş, Türkçe öğrenmiş, Türk sosyal hayatına katılmış, bizzat Türk yaşama biçimini biçimsel de olsa uygulamaya çalışmıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde emekliye ayrılıp tamamen edebiyatla uğraşmaya başladı. Fransız Akademisi üyeliğinde de bulundu. 10 Haziran 1923’te doğduğu kentte ölmüştür[28].
Pierre Loti’nin siyasal kişiliği ile ilgili olarak son zamanlarda Türkiye’de önemli bir tartışma gündeme geldi. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı, Fransa’da düzenlenen bir rnüzayedede Loti’nin mektuplarını atın aldı. Araştırmacı yazar Erdoğan Alkan, Loti’nin günlüklerini inceleyerek onun bir Türk dostu değil, savaş yıllarında bölgede Fransız çıkarlarını korumakla görevli bir ajan olduğunu ortaya koydu. Loti’nin 1915 tarihli günlüğünde şu ifadeler yer alıyor: “Bir anlaşma sağlanması, İstanbul’un teslimi ve düşmanlıkların son bulması için, Cenevre’deki Türkiye Konsolosluğu aracılığıyla Fransız Hükumeti ve Türkiye arasında gizli entrikalara girişiyorum.” Loti’nin ajan olduğunun bir başka kanıtı ise askerlik ve diplomasi arşivi alanında yetkili olan Alain Quella’nin “General Gallieni’nin de onayıyla Pierre Loti Türkiye’nin Üçlü İttifak’a katılması için haftalarca en yüksek düzeyde pazarlıklar yaptı” notudur[29].
Loti, yazdığı yazılar ve kitaplarla Avrupa’da Türkleri tanıtmaya çalışmış, çoğunlukla da Türkler lehine kanaatler belirtmiştir. O, bu yazılarında Fransızların Türkler hakkındaki yanlış bilgilerini tashih etmeye ve Türklerin Fransız düşmanı olmadığını ispat etmeye çalışmıştır. Fransızların boşu boşuna Türkleri karşılarına almamalarını istemiş, onlara yakın durarak daha kolay sömürge yapılabileceği ümidi içinde çalışmalarını yürütmüştür.
Onun, Türkleri öven, yücelten yazılarındaki amacı, bizim millî gururumuzu okşayarak daha kolay ve sorunsuz bir sömürge olabilmemizin zeminini hazırlamaktır. Nitekim Lotii’nin şu sözleri, onun ve Fransa’nın amacı ve çıkarının Türkiye’yi Fransa sömürgesi yapmak olduğunu ayan beyan ortaya koyuyor: “Yazık ki benim mütevazı sesim, İstanbul’da kuvvetli ve dost bir Türkiye bulundurmanın, bizim için temel çıkar olduğunu duyurmaktan başka hiçbir şey yapamaz[30].”
Fransa’nın ve Loti’nin politik stratejisi, Türkleri Ruslara karşı kışkırtmak, Türk-Rus savaşı ve düşmanlığını körüklemek ve Türkleri Fransızların müttefik yaparak kolayca sömürge olabilecek bir kıvama getirmektir. Onun şu sözleri bu bakımdan açıklayıcıdır: “Bugün amacım, sadece içimizde kendini bilgilendirmek zahmetine katlananlar için, Türklerin hiçbir zaman düşmanımız olmadığına dair geçmişin herkesçe bilinen gerçeğini bir kez daha kesin olarak söylemektir. Peki ya Rusların? İşte buna kuşku götürmez bir şekilde evet! Onların düşmanıdırlar. .. Onların savaş ilan ettikleri biz değiliz, Ruslardır. … Türklerin bize ne borçları vardı ki zaten? Kırım zaferinden bu yana, onların düşmanlarıyla birlikte hareket etmekten vazgeçmedik. Son olarak ülkelerinde bize gösterdikleri sıcak misafirperverliğe teşekkür etmek için hiç kuşkusuz, Balkan Savaşı sırasında hemen hemen tüm gazetelerimizde onlara ardı arkası kesilmeden çirkin bir şekilde hakaret ettik … Bu durumun umutsuzluğu içinde, Ruslar tarafından ezilmekten kurtulmak için kendilerini nefret edilen Almanya’nın kollarına artılar[31].”
Nurullah Çetin, Edebiyat ve Bilinç eserinde “Pierre Loti’nin Gerçek Kimliği” başlıklı bölümündeki Pierre Loti’yi Türk dostu sanan kişilere onun eserlerini değerlendirerek İslam dinine, Türk kadınına ve Osmanlı Toplumuna karşı aşağılayıcı bakışı gözler önüne sermektedir.
“Loti’nin ne yapmak istediğini ve ne olduğunu en sağlıklı gören Dahi ATATÜRK’tür. Yakup Kadri, Atatürk adlı kitabında Atatürk’ün Loti’ye dair yaklaşım biçimi ve değerlendirmesini izlenimlerine ve kanaatlerine dayalı olarak bize şöyle sunar: “Avrupa müzelerinde ve tarih kitaplarında teşhir edilen (sergilenen) “Grand Turc” ve Yeniçeri tasvirleri, birçok safderunlara, ancak mehip (heybetli) kavukları, kalın kuşakları ve buna takılı duran kıvrık yatağanlarıyla(kılıçlarıyla) haşyet (korku) vermektedir.
Dişi tırnağı sökülmüş, inhitat (aşağılanma) Türkiye’sini de Pierre Loti cinsinden Frenk (Avrupalı) muharrirleri (yazıcıları), bir fes, peçe, sarık, kafes ve nargile dekoru içinde seyredip anlattılar. Yıkık duvarlarla çevrilmiş çökük mezarlıklar; çınar altı kahvelerinde uykuya dalmış afyonkeşler; mezbele sokakların uyuz köpek sürüleri; bekçilerin, “Yangın var!” naraları …
İşte, dostumuz (!) Pierre Lotinin müdafaa ettiği, “Dokunmayın!” dediği Türk dünyası, bu çapaçul, bu zavallı şeyden ibaretti. Pierre Loti, Madakaskar zencilerinden, Seylan maymunlarından ve Havai adalarındaki kelebeklerden de bu sevgi ve alaka ile bahsetmiştir. Çünkü, onun bezgin ve endişeli ruhu, kendini avutmak için yeryüzünde arkaik (çok eski) ve piroresk (resimsel) manzaralar keşfine çıkmış bulunuyordu.
Bundan dolayı ne Loti, ne de Loti gibi bizi acayip ve zavallı bularak seven Frenk muharrirleri, Mustafa Kemal’in itibarını asla kazanamamışlardır. O, kendisini bir ‘Yeni Adam’ hissettiği ve Türk milletinden bir canlı ve ileri cemiyet çıkaracağını bildiği için, memleketimizi bir müze halinde görmek isteyenlere karşı, bize doğrudan doğruya düşmanlık edenlerden ziyade kızıyordu[32]”!
Grace M. Ellison’da Pierre Loti gibi tipik bir oryantalist’tir. Biri İngiltere diğeri Fransa için çalışan ajanlardır. Füsun Çoban Döşkaya, Grace Ellison: An English Woman In A Turkish Harem “Grace Ellison: Türk Hareminde Bir İngiliz Kadını” isimli makalesinde “Ellison’nun da bir parçası olduğu edebi sahtecilik üzerinde durmaktadır[33]”. Burada Grace Ellison’ın farklı yüzlerini anlamak için bir parantez açmakta fayda vardır: Pierre Loti, ünlü romanı “Hayal Kırıklığına Uğramış” (Les Désenchantées) ( Loti‘nin haremdeki Türk kadınının mutsuzluğunu konu edinen “Hayal Kırıklığına Uğrayan Kadınlar (Mutsuzlar)” adlı romanı) (1906)’ta başarılı bir Fransız romancının, yazara yüzlerini asla göstermeyen ve hayatlarından memnun olmayan üç Türk kadınla ilişkisini anlatır. Bu kadınların isimleri Djénane, Melek ve Zeynep’dir. “Hayal Kırıklığına Uğramış” Loti’nin karakterlerinin hiçbirinin gerçek olmadığını ve hiç var olmadıklarını belirten bir uyarıyla başlar. Ancak, var olduklarına ve Loti’nin bu isimleri, II. Abdülhamid’in baskıcı rejiminden kimliklerini korumak için kahramanlarına verdiğine dair önemli kanıtlar vardır. “Loti’ye hikâyeyi aktaran üç kızdan ikisi, Türkiye’ye yerleşip Müslüman olmuş ve Reşat Bey adını almış bir Fransız olan Châteauneuf Kontu’nun torunlarıydı. Les Désenchantées’in yayınlanmasından önce, Osmanlı imparatorluğunun baskısından korkan iki Türk kız kardeş Melek ve Zeynep, Batı’da ‘özgürlük’ bulma umuduyla haremlerinden Avrupa’ya kaçarlar. Bu üçüncü kadının, Loti Konstantinopolis’e vardığında Türkiye’yi ziyaret eden Fransız bir gazeteci ve çevirmen olduğu biliniyor. Adı Madam Léra’ydı[34].Hikayenin kahramanı ve üç kızın lideri olan Djenane, gerçekte Marc Hélys adıyla yazan, kendisini Türk olarak tanıtan Marie Léra adında Fransız bir kadın gazeteciydi. Pierre Loti’nin ölümünden kısa bir süre sonra, 1923’te Marc Hélys takma adını kullanarak Le Secret des ‘Désenchantées’ (‘Büyüsünü Kaybedenlerin Sırrı’) adlı eserini “Bir romanın, Djenan olan tarafından açığa çıkarılan diğer bakış açısı” alt başlığıyla yayımladı. Kitapta, Hélys veya Loti’nin romanındaki Djénan, Pierre Loti’nin nasıl bir süperchérie’nin (aldatmaca) öznesi haline geldiğini anlatıyordu. Kitapta, Loti’ye duyduğu saygıdan dolayı, Loti’nin 1923’teki ölümünü beklemeyi tercih ettiğini ve Loti’nin iki Türk kız kardeş tarafından kandırıldığını açıkladığını belirtti. Marc Hélys veya Madam Léra, Loti’nin romanının gerçek hikâyesini, kendi mektuplarını ve Loti’nin bunları nasıl kopyaladığını göstererek anlattı. İki kız kardeşle birlikte bir Türk kadını taklidi yaparak nasıl peçe taktığını anlattı. Loti’nin romanındaki Djenane’di[35].
Grace Ellison mı yoksa Madam Léra mı?
2006 yılında Türk asıllı Amerikalı yazar Alev Lytle Croutier, tarihi romanı Üçüncü Kadın’ı yayımladı ve Pierre Loti ile üç kadın arasındaki olayı ele almaya devam etti. Olayın arka planını anlatmak için mektuplara ve günlüklere başvurdu ve Loti’nin Büyüsünden Kurtulmuş romanının yazarlığını sorgulayan edebi bir sahtekârlığı ortaya çıkardı. Croutier, Üçüncü Kadın romanının son sayfasında okuyucularını bir olasılıkla şaşırttı. Croutier’in “Masméjean’ın Günlüğü” adlı kitabının son bölümünde Pierre Loti’nin yardımcısı Masméjean şunları anlatıyor: “Dün gece Türk Konsolosluğu’ndan bir arkadaşım beni Sorbonne’daki bir konferansa davet etti. Seyirciler arasında, son derece tanıdık gelen bir kadın dikkatimi çekti. Onu hasta zihnimin en ücra köşelerine yerleştirmem bir iki dakika sürdü. Anaç ve epey yaşlı olması dışında, Madam Léra’ya olan benzerliği inanılmazdı. Leila’nın gözlerini nasıl karıştırabilirdim ki? “Bu kadın kim?” diye sordum arkadaşıma[36]. “O bir İngiliz, bir gazeteci. Ülkemizdeki kadınlar hakkında birkaç önemli kitap yazdı.” “Onun İngiliz olduğundan ve Fransız olmadığından emin misin?” “Kesinlikle eminim.” “Adı ne?” “Grace Ellison. Meşhur Büyüsünü Yitirmiş’in arkadaşıydı. Yirmi yıl önce Loti ile yaşanan olayı hatırlıyor musun?” Ders sırasında konsantre olamadım, aklım bulmacayla çok meşguldü. Tüm bunların bir şifresi olmalıydı. Büyük Revue’de Mary Lera adını Hélia, la Grande Dame, Hélia olarak imzalamıştı. Héliard Hélys. Ellison (Fransızcada “h” harfi okunmaz). Biri kaldığı yerden devam ediyor. Marc Hélys kayboluyor, unutulup gidiyor ve yerine Grace Ellison geliyor. Fontainbleau’da kız kardeşlerle tanışır, onların yeni sırdaşı olur, hatta Zennour ile birlikte “Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri” adlı bir kitap üzerinde çalışır. Ne kadar tuhaf. Bu da bir taklit miydi? Marie Lera’nın asıl mesleği taklitçilik miydi? Bu, kocasından ayrıldıktan sonra kimsenin nerede olduğunu öğrenememesinin nedenini açıklayabilirdi. Başka bir kimliğe bürünmüştü[37].
Croutier’in romanının sonunda, Zeynep ve Melek Hanım’a yardım eden üçüncü kadının, İngiliz feminist, gazeteci ve yazar Grace Ellison olabileceği tahmin ediliyor[38]. Reina Lewis, “Oryantalizmi Yeniden Düşünmek” adlı kitabında, Ellison’ın “Fransızca’yı akıcı bir şekilde konuşan ve sık sık Fransa’da ikamet eden biri olarak Hélys’in iddialarını ve yayınlarını biliyor olması gerektiği halde, aslında Hélys’ten hiç bahsetmediğine” dikkat çekiyor[39]. Sarah G. Moment Atis, Reina Lewis’in Oryantalizmi Yeniden Düşünmek adlı kitabının incelemesinde, Zeynep ve Melek Hanım örneğindeki “özgünlük sorununun” çözülmesi gerektiğini savunuyor ve Grace Ellison’ın Loti’nin “Les Désenchantées” ve Zeyneb Hanım’ın “A Turkish Woman’s European Impressions” eserlerinin arkasındaki “usta kuklacı” olma olasılığını tartışıyor[40].
“Fransa’da altı yıl gazetecilik yaptıktan sonra Fransızca’yı akıcı bir şekilde konuşan ve Fransız kültürüne hâkim olan İngiliz gazeteci Grace Ellison, Zeynep Hanım ve Melek Hanım’ı Pierre Loti’nin “Les Désenchantées” romanının kahramanları ve ‘kitaptaki bilgilerin başlıca sorumluları’ olarak sunmuştur (Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri 1913: xiii)… Oryantalist temsillerin klişeleri hakkında yeterli bilgiye sahip olan herkes, “Les Désenchantées”, “Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri” ve “Türk Hareminde Bir İngiliz Kadın”da bu klişelerin tutarlı kullanımı üzerinde durup bir değerlendirme yapmalıdır. Her üç eserde de aynı Oryantalist kurgu alt kümesiyle karşılaşılmaktadır[41]…
“Grace Ellison, 1905’ten 1912’ye kadar Türkiye’de yaşamış ve haremlerde (konaklarda ve evlerde) yaşayan birçok Türk kadınıyla yakın temas kurmuştur. Zeynep ve Melek Hanım onun muhbirleriydi ve Ellison ile yazışmış ve iş birliği yapmışlardır. Hayatının ayrıntıları hakkında çok az şey bilinmektedir ve An English Woman in Angora and Turkey To-Day adlı kitaplarında “kafa karıştırıcı bir şekilde ayrıntıları ve kronolojileri değiştirmiştir”[42].
Reina Lewis’in bu tespitini biraz daha açacak olursak şu cümleler görülmektedir: Mustafa Kemal’le (muhtemelen Daily Telegraph / Morning Post için) bir röportaj yaptı ve daha sonra tamamını kitap biçiminde Ankara’da Bir İngiliz Kadını [An Englishwoman in Angora] adıyla yayımladı (1923). 1927’deki beşinci gezisinde, yeni Türk Cumhuriyetindeki ve yeni başkenti Ankara’daki gözle görünür değişiklikleri haber yapıyordu. Bu gezi, Bugünkü Türkiye başlıklı resimli bir kitap biçiminde 1928’de yayımlandı. Bu, daha önceki gezilerinin malzemelerini yeniden kullandığı anekdotlarla, Zeyneb ve Melek Hanım’ın, Halide Edib’in ve diğer Türk yazarlarının yazılarından seçtiği uzun özetlerin bir araya getirildiği karmakarışık bir kitaptır[43].
Ellison, birinci sınıf elmaslarla süslü Şefkat Nişanı ile ödüllendirilmiştir (tarihi bilinmiyor). Kadınların katkısını onurlandırma amacını taşıyan bu ödülü alması, Türk devletine yaptığı hizmetlerin onaylanmasıdır. Ellison, 1914’te Daily Telegraph’ta yer alan haberlerinde, Şefkat Nişanı’ndan, yüksek mevkilerdeki kadınlara verilen, imparatorluk hareminde karşılaştığı pek çok saray maiyetinin almış olduğu bir Merhamet Nişanı olarak söz eder. Ellison, nişanın “seçkin hanım ziyaretçiler”e verildiğini söyleyerek ileri görüşlü, doğru bir yorum yapmış olsa da, o tarihte bu nişana sahip olan, saray dışından tek kadın, onun ev sahibesi Fatma idi. Elbette, Ankara’daki milliyetçiler tarafından verilen izinle Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’yı ziyaret eden ilk İngiliz kadını olması, Ellisonu beğenilen bir ziyaretçi yapıyordu. Bu ciltlerin her ikisinde de, Ellison’un daha önceki gezilerinden yansımalar vardır. Malzeme, tipik gazeteci tarzıyla, ayrıntıları ve tarihleri çoğu zaman karışıklık yaratacak biçimde değiştirerek yeniden kullanılmıştır. Örneğin, 1928’de, Zeyneb ve Melek Hanım’la ilk kez, Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri’nin girişinde belirtildiği gibi Fransa’da değil, 1905 yılında İstanbul’da tanıştığını yazmıştır. Zeyneb ve Melek Hanımların evinin, “ziyaret ettiği ilk Türk evi” olduğunu iddia eden Ellison, daha sonraki yazılarında kendisini, “diplomat eşleriyle İstanbul’dan gelip geçen bütün önde gelen kişiliklerin “devam ettiği, babaları Nuri Bey’in gurur kaynağı olan “meşhur” salonlarının katılımcısı olarak konumlandırır.
Bunlar, engelleyici ve açıklanması zor çelişkilerdir. Belki de basitçe geçen yılların ardından ayrıntılar bulanıklaşmış olabilir ya da sayfaları doldurma ihtiyacı Ellison’u önceki kopyaları yenilemeye itmiş olabilir. Ama aynı zamanda, Osmanlı siyasi durumunun zorunluluklarından da kaynaklanmış olabilir. Hiç şüphesiz ki, Abdülhamit yıllarında Türk arkadaşlarıyla mektuplaştığı kişilerin kimliklerini açıklamak güvenli olmazdı. Ellison, hem Türk Hareminde Bir İngiliz Kadını’nda hem de Abdülhamit’in Kızı’nda, Makbule Hanım’ın kimliğini “Fatima” ya da “Fatma” takma adıyla gizlemiştir. Makbule Hanım’ın eşinin paşalığa yükseltildiği 1920’lerde onun ve babasının kimliklerini açıklamıştır[44].
Altı yıl boyunca Bystander’in kıta Avrupa’sı muhabiriydi, aynı zamanda Daily Graphic için 1907’deki İkinci Hauge Konferansı’ndan haber geçmişti. Konferansın uluslararası silahlanmanın kontrolü hakkındaki endişeleri, muhtemelen kendini kozmopolit sayan, bir yandan da savaş yaralıları için hemşirelik yapıp yardım bulmakla uğraşan bir kadının kalbine hitap ediyordu. Ellison, Fransız Kadın Hemşireleri Teşkilatı’nın kurucusu ve Genel Direktörü idi. Amerika’ a dokuz aylık bir turne düzenleyerek, Bordeaux’daki Florence Nightingale Hastanesi’ni kurmak için parasal kaynak sağlamıştı. 1918’de, Amerikan Kızılhaçı’nın çocuklara yardım bürosu başkan yardımcılığı görevini üstlendi. Yaptığı bu çalışmaların karşılığında Fransız devleti tarafından altın onur madalyası, Fransız Dışişleri Bakanlığı gümüş madalyası, hizmet madalyası ve gazilik madalyası ile ödüllendirildi[45].
Ellison’un Türkiye’deki statüsüyle İngiltere’de algılanan statüsünün ilk işaretleri de, Ellison’un makalelerinin bitiminden birkaç gün sonra duyurulan, Türk kadınlarının özel sınıfarda üniversiteye gitmesine izin veren karar üzerine Daily Telegraph’ta çıkan haberlerden açıkça görülmektedir. İstanbul muhabirleri, Ellison’un makalelerinin İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)’nin yayın organı (Halide Edib’in de yazarlık yaptığı) Tanin’de basılmış olduğunu belirterek, onun bu kararın alınmasında etkili olan bir figür olduğundan bahsetmektedir. Onun “yoğun bir şekilde psikolojik makaleler’inin Türk basınında yayımlanması, “Türk kadınlarının statüsünü yükseltmek için azımsanamayacak şeyler yapan” yazarın makalelerinin “her yerde yoğun bir zevkle okunduğu” belirtilerek desteklenmiştir (Daily Telegraph, 7 Şubat-1914, s.11). Gazetenin editörü, bir sonraki sayıda yer alan başmakalesinde, Ellison’un makalelerinin “Türkiye’de yaygın bir şekilde okunduğunu” tekrarlayarak, onun çalışmasının “aydınlanma ve toplumsal özgürleşme davasına göz ardı edilemeyecek bir uyarıcı olma işlevi” üstlendiğine “inandıklarını” doğrulamıştır (Daily Telegraph, 9 Şubat 1914, s.11). 1913-14 gezisi yayımlandığında anlattıkları, Ellison’un, saraya girmeye, önde gelen Türk feministleri ve siyasetçileriyle tanışmaya yetecek kadar güçlü bağlantıları olduğunu gösterse de, Türkiye üzerine son iki kitabında, “sık sık kadınlara nasıl daha fazla özgürlük verebilecekleri hakkında tavsiye istediklerini” iddia ettiği Talat Paşa ve Cemal Paşa gibi erkeklerle olan siyasi bağlantılarını açıklamaya daha istekli olduğu görünmektedir. İngiliz basınının İngiltere’nin müdahalelerinin etkisini abartarak değerlendirme eğilimi, Ellison’un İstanbul’daki statusüne ilişkin basındaki değerlendirmelere biraz şüpheyle yaklaşılması gerektiği anlamına gelir; aslında Ellison’un kendi etkisini betimlemesinde de aynı durum söz konusudur[46]. Yine de, yüksek siyasi ve toplumsal çevrelere girdiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde İstanbul’da ciddiye alınmakta olduğu açıktır. Bu durum, (Ellison’un, Makbule Hanım’ın, Mustafa Kemal’in askeri eğitmenliğini yapmış olan eşi aracılığıyla ayrıcalıklı bir şekilde tanışmış olabileceği) kahraman Mustafa Kemal liderliğinde milliyetçilerin iktidara geldikleri zaman da sürmüştür. Türk Hareminde Bir ingiliz Kadını’nın başarısını, Fransız Ateş Hattında Bir İngiliz Kadını [An Englishwoman in the French Firing Line] (yayıncısı bilinmiyor, 1915), İşgal Almanya’sında Bir İngiliz Kadını [An Englishwoman in Occupied Germany] (yayıncısı bilinmiyor, 1920) ile Ankara’da Bir İngiliz Kadını takip etmiştir. Ellison, göz alıcı isimlerle basılan bu ürünlerden başka, üç biyografi yazmıştır: 1926’da Yunan Prensi Nikola’nın anılarının yazılmasında yardımcılık yapmış, 1930’da Kemal’in biyografisini ve 1934’te, prensesin evliliği üzerine Prenses Marina’nın Onaylanmış Hayat Hikayesi (Authorised Life Story of Princess Marina)’ni yazmıştır[47].
Yapıtlarının seyahatname ile siyasi yorum karışımı yapısı gezi yazıları için sıra dışı olmasa da, Ellison’un kişisel keşiflerinin kaçak değişken doğası (son dönem yapıtlarında azalsa da), kitaplarının üretimiyle tirajının ayrılmaz bir parçası olan, aralıksız bir biçimde toplumsal cinsiyete göre yapılandırılmış kökeninden dolayı daha kendine özgüdür. Ellison, prestijli yurtdışı gazetecilik görevlerini üstlenmekte açıkça başarılı olan ve yazılarının ciddiye alınmasını isteyen bir kadındı. Çalışmaları basitçe bir kadınsı öykünme değildi, önemi ve içeriği olan eserlerdi. Ancak, etnografik araştırmaların ciddi tonunu kendine amaç edinmesine rağmen, bu türden bütün kaynaklarda ortak olan otorite ve toplumsal cinsiyet konusundaki kaygıya sık sık ihanet ederek, toplumsal cinsiyetinin bir satış dayanağı olmasından asla kaçınamadı. Oryantalist kadın yapıtlarının çoğunun iktidarın kurumsal ve resmi ağlarının dışında değerlendirildiği (örneğin, Kraliyet Coğrafya Topluluğu [Royal Geographic Society] 1913’e kadar kadınları üyeliğe kabul etmiyordu, Ellison ise hiçbir zaman üye olmamıştı. Ellison’un, “Türk yaşantısını çok az İngiliz kadınının erişebildiği ancak hiçbir İngiliz erkeğinin ulaşamadığı bir açıdan, ilk elden çalışma ayrıcalığını elde etmiş” olması, kadın gezgin ve yazarlara büyük ölçüde kapalı olan saygın Oryantalist bilimi alanına girebilmesini sağlamıştır. Ellison’un kendisi de sonraki yayımlarında bir otorite olarak statüsünü sağlamlaştırmak için elinden geleni yapmıştır. Daha önceki gezilerle ilgili açıklamalar üzerine düşünmek ve onları yeniden kullanmak, ona gezilerine ilişkin yeni ayrıntılar sağlamış, böylece de yüksek toplumsal ve siyasi çevre içindeki yerini daha da sağlamlaştırmıştır. Mümkün olduğunca daha önceki kitaplarının başarısından söz eder[48].
Statüsünü böyle öne sürmesi, yapıtlarına ve ilişkili projelerine yönelik değerlendirme ve eleştirileri yanıtlamayı da içermektedir. Böylece, Türkiye Bugün'(Bugünkü Türkiye)de, Zeynep ve Melek Hanımların kitaplarından parçaları yeniden basarak ve “onların Saikleri hakkındaki” belirsiz bırakılmış “yanlış ifadeler” konusunda Zeynep ve Melek Hanımların açıklamalarını destekleyerek, Kırgınlar’ın hikayesini ayrıntılı olarak tekrar ele alır. Bunun Helys’in olaylar karşısında yorumunun üstü kapalı olarak reddedilmesidir. Akıcı Fransızcası ve sık sık Fransa’da kalması dolasıyla Helys’in iddialarından ve yayınlarından haberdar olmuş olması gerekirken, Ellison’un hiçbir zaman Marc Hélys[49]’in adını anmaması kayda değerdir. Benzer biçimde, ister kadın, ister erkek olsun, diğer Batılı gezi yazarlarına da çok az atıfta bulunur. Oryantalist söylemin aktarmacı doğasının ışığında, (Daily Telegraph’taki) yazılarına önceki yanlış anlamalara meydan okuyarak, kendi tanıklığının eşsizliğini abartarak başlar. Tek başına, hareme erişebilmesinin, önde gelen siyasetçilerle bağlantılarının ve kendi tanıklığının değeri artmış doğasının sıra dışılığını vurgular. Bir zamanlar, kadınsı ve kişisel olan, etnografik ve gazetecilik otoritesi oluşturma girişimleri açısından kaçınılmaz olmakla birlikte hoş karşılanmazken, artık itibarını sağlamlaştırmış olduğu daha sonraki dönemde kadınlığını daha fazla vurgulayabilir. Ayrıca, bu, Ankara’daki milliyetçi seçkinlere yaptığı ziyaretler bağlamında da gerçekleşir[50].
Grace M. Ellison’un mümkün olduğunca çok renkli oryantalist kişiliğini ve kimliğini açıklamaya çalıştıktan sonra tekrar Turkey To-Day’deki Mustafa Kemal Paşa ile yaptığını iddia ettiği röportaja dönebiliriz:
Grace M. Ellison:
“Başka bir konuyu gündeme getirdim:
“Ama hocalar!”
Mustafa Kemal Paşa: “Hocalar! Haklısınız! Çok uzun zamandır din adamlarının yönettiği bir millet olduk. Muhterem dostlarımız uslu durmayı öğrenmeli. Eğer reddederlerse, her zaman Sultan’a katılabilirler.” Bu hafif bir konuşmaydı ve ciddi gözler gülümsüyordu. Ama bu sözlerin ardındaki cüretkâr kararlılığı fark edecek kadar Türkiye’yi ve insanların hocalara kölece boyun eğişini yeterince tanıyordum. Bir geleneğe karşı alaycılık, başarılı olursa muhteşemdir; başarısız olursa gülünçtür. Mustafa Kemal Paşa, gücünden emin olmadan böyle konuşmazdı[51]”.
Bu sözleri Mustafa Kemal Paşa’nın söylemesi belki mümkün olabilir. Fakat konuşmanın devamındaki şu ifade Mustafa Kemal Atatürk’ü tanıyanlar için mümkün değildir:
“Ben şüphelerimi elimden geldiğince dile getirdikten sonra, “Siz dinden söz ediyorsunuz,” dedi. “Benim bir dinim yok; bazen tüm dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum”[52].
Bu cümleyi Atatürk’ün söylemesi mümkün diyenler onun “Manevî Dünyası”nı tanımıyor demektir. Yahut Atatürk inançlı da olsa inançsız da olsa Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur hiç fark etmez bu önemli değildir demek kolaycılıktır. Hatta bilerek veya bilmeyerek Türk Milleti’ni Büyük Önderden uzaklaştırma taktiğidir. Özellikle inançsız olanların Mustafa Kemal Atatürk’ü de inançsız gösterme gibi gereksiz bir çabaları vardır. Halbuki Grace M. Ellison da inançlı bir Hristiyan olmasına rağmen samimi arkadaşı Fransız Pierre Loti’nin inançsızlığını buraya monte ediyor onunla yaptığı uzun sohbetleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Mustafa Kemal Paşa ile adeta karıştırmaktadır. Pierre Loti“ Allah yoktur, ahlâk yoktur, kendilerine inanmak ve saygı duymak üzere bize öğretilen değerlerden hiçbiri yoktur[53]” demektedir. Halbuki Laik demokratik Türkiye Cumhuriye’nin kurucusu Atatürk inanç veya inançsızlık kimsenin dinine karışılmayacak bir sistem kurmuştur. Laikliğinde “ladinî” (dinsizlik) değil din ile devlet işlerinin bir birinden ayrı olması ile din ve vicdan hürriyetinin güvence altına alındığını göstermiştir.
Grace M. Ellison tarafından Turkey To-Day sayfa 24’de iddia edilen ifade Atatürk’ün yakın çevresinden verilen örneklerle de bağdaşmamaktadır: “Sabiha Gökçen, Atatürk’ün okuduğu şiirler arasında şu mısraların bulunduğunu aktarır: “Fıtratta tekâmül ezelidir; bu kemale/ Tevrat ile İncil ile Kur’an’la inandım”.[54] Atatürk Selimiye Camii’nde minberle avize arasında durur ve etrafındakilere, “Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur” diyerek söze başlar. “Bakınız ecdadımız İstanbul’un fethinden tam 125 sene sonra, bu şaheser camiyi İstanbul’da değil de Edirne’de yaptırmış; böylece Edirne’ye mührünü basmış, tapulamıştır. Dahi Mimar Sinan, sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir” der ve mihrapla avize arasında durur. Avize üstünde olan yarım kubbedeki yazıyı okuduktan sonra müftüye, “Hocam, bu ayet Tevbe suresinin 18. ayeti değil mi?” der. Müftü’den “Evet Paşa Hazretleri ” cevabını aldıktan sonra tekrar müftüye döner ve “Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?” diye sorur. Müftü Efendi, “Bildiğim kadarıyla bu ayette Allah’ın mescitlerini, camiierini yapan ve imar edenler, Allah’a ve ahiret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve ancak Allah’tan korkanlardır, onlar doğru yoldadır” der. Atatürk, “Evet ben de öyle biliyorum, ” der[55].
Grace Mary Ellison çevresindeki Pierre Loti gibi bir takım inançsız insanların cümlelerindeki çağrışımlarla nasıl bir yansıtma yaptıysa şüphe uyandıran bir Mustafa Kemal Paşa portresi çizmek istemiştir. Türkiye’de Rıza Nur gibi şiddetli Atatürk düşmanı bir muhalifle Grace Ellison’ın “Ankara’da Bir İngiliz Kadını”( Bir İngiliz kadını Gözüyle Kuva-i Millîye Ankarası) eserinin bir yayınevi tarafından birlikte basılması ise hayli düşündürücü ve şaşırtıcı bir durumdur.
Türkiye’de Dr. Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıratım” (1922’ye kadar kısım), British Museum, Türkçe Yazma Eserler Bölümü, Lonrda, 1929., ile Grace Ellison’ın “Ankara’da Bir İngiliz Kadını Eserinin Birlikte basılmış Hali[56].
Grace M. Ellison’ın Ankara’da Osmanlı Bankasında bir öğlen yemeğine daveti: Soldan sağa doğru M. Boghetti (Osmanlı Bankası Direktörü), Bnb. Oeillet (Yarbay Mouigin’in sekreteri), Bayan Grace Ellison, Haydar Bey (Van Milletvekili) ve Yarbay Mougin[57]
“Rıza Nur, Atatürk ile anlaşamadığı için 1926 yılında Türkiye’yi terk ederek Fransa’ya yerleşmiştir. Rıza Nur, “Hatıralarını” Atatürk daha hayatta iken kaleme almış, Fransa’da yaşamasına rağmen yayımlatmamıştır. 1935 yılında British Museum’a teslim ettiği anılarının 1960 yılına kadar yayımlanmama şartını koşmuştur. Özetle, Rıza Nur, anılarını yayımlamak için Atatürk’ ün vefat etmesini beklemiştir[58]”. Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıram[59]” adlı eseri Atatürk’e karşı yalan ve iftiralarla dolu iken Mustafa Kemal Atatürk “Nutuk” isimli eserinde Rıza Nur hakkında özellikle Türkçülerin de fazla üstünde durmadığı şu hadiseyi 8 Teşrinisani (Kasım) 1924 tarihli Meclis görüşmelerine dayanarak aktarmaktadır:
“Maliye Vekili Mustafa Abdülhalik Bey