“Bir Oğlun Oldu Rüstem Ağa!”

“Bir Oğlun Oldu Rüstem Ağa!”
Yayınlama: 01.11.2025
A+
A-

Köşe Yazısı – Ahmet Koçak / Bursa Vatan Medya Grubu

Kahvede domino taşı şakırtıları arasında dalıp gitmişti Rüstem Ağa. Her taş, geçmişin anılarına vuruyordu sanki. O sırada çocuk sesinden bir yankı geldi:
“Müjdemi isterim bir oğlun oldu! Bir oğlun oldu!”

Rüstem Ağa’nın kulaklarında çınladı bu söz. Daldığı yerden sıyrılıp gözlerini sese çevirdi. Karşısında burnunu çeken bir çocuk, heyecanla müjdeyi tekrar ediyordu. Rüstem Ağa domino taşlarını şak diye masaya bıraktı. Elini köstekli saatinin olduğu yelek cebine attı, yokladı. Oğlan olursa vermek üzere hazırladığı parayı arıyordu, ama bulamadı. Telaşla öteki cebine uzandı, orada kız olursa diye ayırdığı bozukluklar vardı. Yetmezdi.

Köstekli saati cebinden çıkarıp boşluğa bıraktı, sallanmasına aldırmadan cebin dibinden bir yüz lira çıkardı ve çocuğa uzattı. Bu, köyde verilen en büyük müjde parasına eşdeğerdi. Çünkü bu sefer üç kızdan sonra, beklenen oğlan doğmuştu.

Rüstem Ağa için bu müjde, yalnız bir çocuğun doğumu değil, soyun devamı, hanenin güvencesi ve geleceğin teminatıydı. Çünkü o zamanlar köylerde erkek evlat; iş gücüydü, güvenlikti, caydırıcı bir güçtü. En yakın jandarma karakolu elli kilometre uzakta olduğundan, kötüler, kötülüklerini yapıp dağlara kaçmakta gecikmezdi. Kız evlatlar “göçmen kuş” sayılırdı. Oğlan ise yuvanın direğiydi.

Rüstem Ağa, parayı çocuğun avucuna sıkıştırırken, sadece bir doğumun değil, o dönemin köy kültüründe taşıdığı anlamın da altını çizmişti.

Bugün, şehirlerde doğum müjdeleri belki farklı veriliyor, anlamları başka şekillerde yaşanıyor. Ama Rüstem Ağa’nın o günde verdiği yüz lira, aslında bir neslin taşıdığı değerleri, beklentileri ve korkularını sessizce anlatıyordu.

Toplum değişti, algılar evrildi. Ama o domino taşlarının masaya vurulurken çıkardığı ses hâlâ hafızalarda yankılanıyor:
“Bir oğlun oldu Rüstem Ağa…”

ERKEN SÖNEN BİR YAŞAM; MEMİŞ
Kahvede domino oynayan Rüstem Ağa bir çocuk sesine kulak kesildi;
“Müjdemi isterim bir oğlun oldu! Bir oğlun oldu!” Yanına gelen çocuk burnunu çekip müjdeyi yineledi:
“Müjdemi isterim Rüstem amca bir oğlun oldu.” Elindeki domino taşlarını ters çevirerek masaya şak diye bıraktı. Eli, köstekli saatinin olduğu yelek cebine gitti. Aradığını bulamadı. Diğer cebine baktı bozukluklar vardı. Onları kızı olursa müjde yerine verecekti. Oğlan için ayırdığı parayı bulmak için köstekli saati çıkarıp boşluğa bıraktı. Onun sallanmasına aldırış etmeden tekrar baktı. Yüz lirayı çıkarıp çocuğa uzattı. Bu para köyde verilen en büyük müjdeydi.
Üç kızdan sonra oğlu Recep doğmuştu. O zaman da verirdi ama hazırlıksız yakalanmış, elli lira vermişti. Köy yerinde erkek evlat; iş gücü, soyun devamı, ailenin koruyucusu, kötü niyetli insanlara karşı gözdağıydı. Kızlar el kapısına göçen konuk, oğlanlar kalıcıydı. O devirde en yakın karakolun elli kilometre uzakta olduğu düşünülürse jandarma gelene kadar kötü insanlar rahatça kötülüklerini yapar, dağlara çoktan kaçardı. Kötüler, kötülüklerini kalabalık olduklarında daha rahat yaparlardı.
Tarlaların geliri, hayvanlardan elde edilen ürünler bol bol yetiyor da artıyordu ancak bir başına işlere yetişemiyor azap tutmak zorunda kalıyordu. Zaman zaman inekleri, koyunları kayboluyor, öldürülüyor yapanları bilse de sesini çıkaramadığı oluyor, “Allah’ından bulsun!” demekten başka bir şey yapamıyordu. Kızlarına sataşanları görmezden geliyordu. Şöyle sekiz on babayiğit oğlu olsa bak bakalım yapabiliyorlar mıydı? Oğlan evladı çok olanlar köyde rahat ediyor, hem işleri çabuk bitiyor hem de kimse sataşmayı göze alamıyordu.
Eve geldi oğlunu kucağına aldı, ağzına doğru yukarı kaldırarak kulağına bağıra bağıra ezan okudu. Ardından üç kez:
“Senin adın Mehmet, senin adın Mehmet, senin adın Mehmet” dedi.
Mehmet de abisi gibi iyi beslenerek, özenle büyütüldü. O büyürken ablaları da birer birer gelin olup gittiler. Kendi köyüne gelin giden ablası zaman zaman gelir Mehmet’i severdi. Ablası onun dert ortağıydı.
Mehmet ilkokula başladığında çok sevimli, güler yüzlü, cana yakın bir çocuk oldu. Öğretmenler de arkadaşları da onu çok seviyordu. Çok yumuşak huylu, insanları kırmayan bir çocuktu. Onu “Memiş” diye çağırmaya başladılar. Köyün çocukları okula geç başladıkları için İlkokul üçe kadar kız erkek karışık oynarlarken dörde beşe geçince ayrı oynamaya başlarlardı. Kızlar, Mehmet’in huyunu yumuşak buldukları için onunla oynamaya devam ettiler. Memiş’i önceleri arada bir erkeklerin oyunlarına katılırdı. Büyüdükçe onlardan uzaklaşmaya, ilkokulu bitirene kadar daha çok kızlarla vakit geçirmeye başladı. Babası durumum görüyor; “benim oğlum çapkın biri olacak, çok canlar yakacak!” diye düşünüyordu. Çok iyi biri de olsanız da kıskanç insanlardan kurtulamazsınız. Bu kez de sevilen biri olmanızı kıskanırlar. Onu kızdırmak, küçük düşürmek isteyenler kızlarla oynadığı için “ Kız Memiş.” diye laf vurmaya başladılar.
Ergenlik çağını atlattığında kızlar adları çıkar diye onunla konuşmaz olunca o da ablası ve abisiyle yeni evlenen Gülten yengesiyle konuşmaya dertleşmeye başladı. Sevgi ve ilgisini abisinin yeni doğan oğluna verdi. Yetişmiş, yakışıklı bir genç olmuştu. Babası annesi ona kız bakmaya başladılar. Falan kızını, filanın kızını isteyelim mi önerilerinde bulunuyorlar Mehmet hiç birini istemiyordu. Kibar bir çocuktu, kimseyi kırmazdı. Bazı kız babaları Mehmet’e kızlarını vermek istediklerini duyuruyorlar, o hiç ilgilenmiyordu. Gülten yengesi ve Saniye ablası Mehmet için çöpçatanlık yapıyor bir türlü evet dediremiyorlardı.
Sap çekerken parlayan atları durdurmaya çalışan abisi, taşa çarpıp havalanan arabadan kayarak aşağı düşmüş yüklü arabanın iki tekeri kafasından geçmiş, orada can vermişti. Arabanın arkasında olan Mehmet de arkadan düşmüş, hafif yaralanmıştı.
Aradan altı ay geçti. Genç yaşta dul kalan Gülten için çareler düşünüldü. Baba ve annesinin aklına Mehmet’le evlendirmekten başka çare gelmiyordu. Saniye ablasına:
“Kızım Mehmet senin sözünü dinler; ona söyle de he desin.” dediler. Saniye:
“Karşı çıkıyor, kesinlikle istemiyor.” dedi.
Köyde Gülten yengesiyle aralarındaki samimiyeti öne süren kötü niyetli insanlar; ” yengesinin eteğinden ayrılmazdı. Demek ki onu almak için abisini öldürdü.” demeye başlamışlardı. Acılı aileye Gülten’in baba evine gitmesi de evde kalması da sorun olmuştu. Evde kalması için tek çare Mehmet’le evlenmesiydi.
Köyün dul ve bekâr erkekleri Gülten’le evlenmek istediklerini duyuruyor, çeşmeden su getirirken laf atıp rahatsız ediyorlardı. Mehmet’in varlığını pek umursayan yoktu. Şöyle beş altı erkek kardeşi olsaydı kimse cesaret edemezdi ama babası yaşlı, Mehmet de karıncayı incitmez bir gençti.
Saniye’yi biraz daha sıkıştırdılar; köyde çıkan dedikoduları da söylediler; “Konuş şu oğlanla evet desin” dediler. Saniye Mehmet’le yine konuştu; aldığı yanıt: “hayır” oldu. Anne ve babasına:
“ O kadın Mehmet’ten beş yaş büyük. Siz nasıl yakıştırıyorsunuz. Hem Mehmet erkekliğinin uyanmadığını söyledi” dedi. Önemsemediler; görümce ne de olsa, gelini kıskandığından öyle söylüyor diye düşündüler. Baskıya devam ettiler.
Tek çare yengesiyle evlenmekti. Babasının annesinin üzülmelerini de istemiyordu. Sonunda babasının önerisine sessiz kaldı. Sessizliği kabul etmek olarak algılandı. İmam nikâhıyla evlendirseler duyulmayacak gelini yine rahatsız edeceklerdi. Etraftan duyulsun diye düğün yapmaya karar verdiler.
İki gün davul zurna eşliğinde halaylar çekildi, oyunlar oynandı. Koç kesilip düğün yemekleri yapıldı. Konuklara ikram edildi. Mehmet’in yüzü gülmüyor; kendi kontrolü dışında gelişen olaylar selinde sürüklenip gidiyordu.
Düğün ertesi gün sona erecek ve Mehmet gerdeğe girecekti. O günün akşamında odasında kendini astı, yaşamına son verdi.
ahmet.kocak16@hotmail.com

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.