Ali Yazır – Bursa Vatan Medya Grubu Köşe Yazısı
Yıllar geçtikçe insan neyi öğrenir, neyi unutur, neyin gerçekten kıymetli olduğunu nasıl ayırt eder?
Zamanın bize öğrettikleriyle dolu bir yolculuk bu. Kimi zaman sessizlikte buluruz huzuru, kimi zaman da içimizde yıllardır bastırdığımız bir çığlığın yıkıcı yankısında…
Ben diyorum ki:
Yıllar insanın en iyi doktorudur, öğretmenidir, sırdaşıdır, hatta vicdanıdır.
Öyle kolay değildir insanı anlamak. Hele ki anlamaya çalışmadığın birini sevmek mümkün mü? Sevemezsin! Çünkü sevgi, anlamakla başlar. Empati, sabır ve farkındalık ister.
Geçip giden zaman bize şunu öğretti:
Bazen susmak, en yüksek sesli tepkinin ta kendisidir.
Öyle susuşlar vardır ki; bir bağırıştan, bir isyandan, bir feryattan çok daha derindir. Çünkü o suskunlukta hem kırgınlık vardır hem içe atılmış nice söz, nice hayal kırıklığı…
Ama itiraf etmek gerekirse…
Her zaman dinginlik yetmez. Her zaman sabır da işlemez.
Zaman zaman yüksek frekansta bir öfkeye de ihtiyaç duyar insan. İçindekini haykırmak, kendini duyurmak, “ben de buradayım” demek için. Çünkü bastırılan öfke, bir gün insanın kendisini yakar.
Bugün bu satırları okuyan herkes şunu sormalı kendine:
“Ben son zamanlarda neyi bastırıyorum? Kime neyi anlatamıyorum? Hangi suskunluğum aslında içimde kocaman bir fırtına taşıyor?”
Unutmayın…
Anlamak, sevmeye açılan kapıdır.
Ve bazen bir insanı anlamaya çalışmak, onun hayatını değiştirebilir.
Ali Yazır
Bursa Vatan Medya Grubu Köşe Yazarı
Anlamadığın insanı sevemezsin ki.
Yıllar, insanın en iyi doktoru, öğretmeni, arkadaşı, sırdaşıdır desem abartmış olur muyum…!
Bunca geçirdiğimiz yıllar, susmanın önemini , en şiddetli çığlıktan daha çok ses çıkarttığını yaşatarak bize öğretti.
Çevremizle bütünleşmemizi sağlayan sakin, az frekanslı konuşmaların, bazen içimizdeki gizlenmiş yaraları kanattığını, ancak zaman zaman da yüksek frekanslı bir öfkeye ihtiyacımızın var olduğunu da yaşayarak öğrendik.
Bilerek veya bilmeyerek karşımızdakilere attığımız anlamlı bir bakışın gücü ve kudretinin, kitaplardaki binlerce cümleden daha fazla olduğu, bir bakışın bazen şifa, bazen insanı öldüren zehirli ok tesirinde olduğunu farkettik zaman içerisinde. Yaşadığım hayatın darmadağın ettiği aklım, paramparça olmuş kalbim, içimdeki bana, doğruları söyletmeye çalıştığını hissetsem de çoğu zaman susmayı seçtim.
Anladım ki,
Kendime, kimseye etmediğim kadar haksızlık etmişim. Kendimi dinlemem gerektiğini bilsem de kendim dışındaki her canlıyı dinledim.
Evde, sokakta, iş yerimde, karşımdakilerin eksiklerini tamamlamaya çalışırken, onların hatalarını görmeye vaktim dahi kalmamış.
Beni üzmelerine bakmadan, karşılığında ne aldığıma ne hissettiğime aldırış etmeden hep maddi ve manevi bir şeyler verdiğimi farkettim.
Yıllar sonrası gördüm ki;
Kendimi unutmuşum, beni, bana unutturmuş meşguliyetlerim.
Görevim ne ise, en iyisini yapmalıydım ki vicdanım rahat etmeliydi ki huzurla evime gideyim. Ama hayatımın akışında
birilerinin de bana karşı görevleri olduğunu görmemişim, farketmemişim, hiçe saymışım oysa bunları… Bana verilen rolleri en iyi şekilde oynarken, dünyayı paylaştıklarımızın, rollerini iyi oynayıp oynamadığına ise hiç bakmadım. Hayatıma girenleri, bana verilmiş sanki bir görev hatta bir lütuf olarak gördüm. Herkesi mutlu etmek zorundayım sandım.
Heyhaat; Benimde mutlu olmam gerektiğini yıllarca unutmuşum meğer…
Ben en iyisini sunayım, yaşatayım ki onlardan ihtiyacım kadarını istemeye yüzüm olsun dedim..
Verdim, hep verdim, karşılığını alıp alamadığıma bakmadan. Aslında bunları yaparken istediğim şey, güçlü, iktidar sahibi olmak değildi. Ama yeterince güçlü, kudretli olmak zorundaydım kafamdaki gibi yaşayabilmek için.
Kendimi hep erteledim…
Yaşadığım süre boyunca hep merhametimin arkasından yürüdüm, şahsi beklentilerimi arkada bıraktım. Ağlayanla ağladım, gülenlerle gülmeye çalıştım. Kimseden bir şey beklemedim, çünkü bence doğrusu buydu. Yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı içimde sakladım, sustum bastırdım, olsun dedim.
Düşünüyorum da keşke hep çocuk kalsaydım. Çocukken güzel olan şeylere sarılma becerimiz fazlaydı. Maalesef yıllar geçtikçe güzel olan şeylere sarılmakta geç kalmaya başladık.
Çocukken, yaramazlık yaptım diye babam değil de annemin kızmasından, dövmesinden korkardım.
Keşke çocuk olsaydım da hep bu yüzden korkup ağlasaydım.
Tamir edilmeyi bekleyen kalp kırıklarım, akmak için bahane arayan çok gözyaşlarım var..
Kendimi yine ben tamir ettim..
Yamalı elbise gibi görünsemde, bazı eksik ve kusurlarımı başkaları değil en iyi yine ben tamir ettim..
Ama belirgin bir yorgunluk başladı bedende, kalpte, zihnimde.
Sadece bende değil birçok insanın,
görünmeyen bir yarası mutlaka vardır.
O nedenle incitmemek lazım insanları. Özellikle defalarca kırarsanız birisini, artık karşınızda aynı kişiyi bulamazsınız.
İnsan yaşarken; Anlaşılmaya muhtaçtır.. Ölünce değil.
Yaşarken insanın kıymeti bilinmeli..
“Beni hemen anlamalısın. Çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz”. diyerek hayattaki bakış açımıza güzel ışık tutmuş Oğuz Atay.
Ölümü hissetmek kadar zordur anlamak ve anlaşılmak. İnsan hep anlaşılmayı bekler ama çoğu zaman anlamak gerektiğini maalesef gözardı eder..
Anlamadığın insanı sevemezsin ki.
Bu nedenle;
Her insanın, ellerinden tutulmaya ihtiyacı vardır.
Peki bizi anlayan dinleyen yok mu?
Bizi bir dinleyen ve anlayan tabii ki var. Aslında O’na anlatmalı herşeyi ondan istemeli…
O, her zaman ondan dileyene, dilediğine, dilediği kadarını vermede cömerttir.
O, her daim var ve sığınılarak anlatılacak olandır.
İşte insanoğlu yaratılışı gereği kendi cinsine de anlaşılmak ister..
Sosyal varlıklarız mecburuz bir arada yaşamaya. Ama insanlardan beklenti arttıkça hayal kırıklığı da artar.
En güzeli insanlardan olan beklentilerimizi azaltmak. Hatta çok zor olsa da sıfırlamak. Teorikte öyle evet ama malesef ptatikte bunu yapması imkansız derecesinde zordur.
Ya insanlardan uzak inzivaya çekilmesi gerekir insanın ya da tamamen aklını yitirmesi.
Bilsekte, üzülsekte, kırılsakta o beklenti malesef hep oluyor ve olacakta. Olmazsa olmazımızdır kırılmak, üzülmek, beklemek.
Bunlar bizi insan yapan şeyler, biz melek değiliz ki.
Kırıla kırıla kırılmamayı, bekleye bekleye, beklememeyi öğreniyoruz. İnsan bu, hem düşer hem kalkar. Su misali, düşse de kalksa da bulmalı yolunu.
Bu da bize gerçekten bağlanmamız gereken yeri gösteriyor.
Gayret bizden tevfik Allah’tan.
Eğer yaşadıklarımız bizi O’na yönlendiriyorsa ne mutlu bize
Ali YAZIR