Bursa Vatan Medya Grubu köşe yazarı Ahmet Koçak, “Bulgaristan ve Türkiye Yıldızı – 2” başlıklı yazısında, Bulgaristan’daki Türk azınlığın yaşadığı kimlik erozyonunu ve asimilasyon politikalarını etkileyici bir dille kaleme aldı.
Yazısında, Bulgaristan’da Türk kültürüne yönelik baskıların günlük yaşamda nasıl hissedildiğini anlatan Koçak, bir teyzenin radyoda çalan türkülere dair sözlerini şöyle aktarıyor:
“Kapatın radyoyu da türküleri harcamayın. Orada biriksin de askerde olan ağabeyiniz gelince ona dinletelim.”
Bu sözler, Türk müziğine duyulan derin sevgi ve hasreti gözler önüne seriyor.
Koçak, Bulgaristan’daki zorunlu isim değişiklikleriyle ilgili de çarpıcı örnekler sunuyor. Bir Türk vatandaşı, kendisine, eşine ve kızına Bulgarca’da da aynı anlama gelen “Karanfil” adını seçerek, dayatılan bu uygulamaya karşı sessiz bir direniş sergiliyor. Bu durumu, “Dertler taşa gelmiş çatlamış, başa gelmiş pişmiş.” sözleriyle özetliyor.
Bir diğer örnekte ise, bir aile, geçinemedikleri komşularının isimlerini alarak bu durumu protesto ediyor. Adam, karısına bahçeye çıkmasını ve kendisine bağırmasını istiyor:
“Pis Penka! Pasaklı karı! Allah’ın belası!”
Kadın da aynı şekilde karşılık veriyor:
“Dimitır domuz adam…”
Bu diyalog, ailelerin yaşadıkları baskılara karşı geliştirdikleri mizahi ve yaratıcı direniş yöntemlerini gösteriyor.
Ahmet Koçak’ın yazısı, Bulgaristan’daki Türk azınlığın maruz kaldığı asimilasyon politikalarını ve bu politikalara karşı gösterilen direnişi etkileyici bir şekilde ortaya koyuyor. Yazı, okuyuculara, kültürel kimliğin korunmasının önemini ve bu uğurda verilen mücadeleleri hatırlatıyor.
İşte o yazı;
BULGARİSTAN VE TÜRKİYE YILDIZI – 2
…Bir başka teyze de radyoda türküleri çalarken;
“Kapatın radyoyu da türküleri harcamayın. Orada biriksin de askerde olan ağabeyiniz gelince ona dinletelim” der. O kadar sevilir Bulgaristan’da.
Bulgarca ad almaya zorlanırlar. Türk asıllı bir Bulgar vatandaşı Karısına kızına ve kendine Bulgarca’da da aynı anlama gelen Karanfil adını seçer. Ad değişikliğine isyanını şöyle dile getirmiş değerli sanatçı kitabında;
“Dertler taşa gelmiş çatlamış, başa gelmiş pişmiş.”
Bir başka aile, geçinemedikleri karşı komşularının adlarını alırlar. Karısının adı Penka, kocanınki de Dimitır olur. Adam karısına:
“Bak şimdi, sen bahçeye çıkacaksın ben sana bağıracağım; “pis Penka! Pasaklı karı! Allah’ın belası!” diye, sen de bana aynen; “Dimitır domuz adam…” diye bağıracaksın.” der ve uygularlar. Böylece komşularının adlarını alarak onlardan intikamlarını almış olurlar.
“Yıllar sonra Razgard’dayım. Sevgi selinden yürüyemediğim sokaklarda selam verecek bir Allah’ın kuluna rastlamadım” diye, gözden ırak olanın gönülden de ırak olduğunu yaşayarak anlamıştır değerli sanatçı.
Bir ziyaretinde babasının doğduğu ve “Türkücüler” diye anıldıkları Elmalı Köyü’nü görmek ister. Araçla giderken; seksenli yaşlarda, beli bükülmüş, İstanbul’da yaşayan Tomris teyzeyi de alırlar arabalarına.
“İstanbul’da yaşıyorum. Yazın buraya gelir tarlalarımı eker biçer İstanbul’a götürürüm.” diye açıklar buralarda ne gezdiğini Tomris teyze. Sohbet arasında şoför:
“Teyzeciğim sen yanında oturanın kim olduğunu biliyor musun?” diye sorar. Tomris teyze:
“Ne bileyim ben? Bir adam işte.” deyince basarlar kahkahayı.
“O, kadın Tomris teyze kadın…“der şoför.
“ Hadi urdan benimle maytap geçmeyin gençler” diye karşılık verir.
“Hem kadın hem de Hafize Beysimova o..” der şoför, yaşlı kadın yine inanmaz;
“Hadi urdan bana maytap yapıp duraysınız” deyince Hafize Hanım kadının elini yüzüne kollarına sürünce ancak kadın olduğunu anlar. Yüzünü dikkatle inceleyen yaşlı kadın onu anımsar ve tekrar tekrar boynuna sarılır…
(Hafize Beysim Gün hakkında yazacak çok şey olunca yazmayı unuttum; o bildiğimiz klasik; sarı saçlı, mavi- yeşil gözlü bir göçmen kızı değildir. Karakaşlı, Türkan Şoray gibi güzel, iri gözlü; yanaklarında Açelya Akkoyun gibi iri gamzeleri olan, esmer tenli bir sanatçıdır. Tomris teyze inanmamakta haklıdır. Hafize Hanımı başındaki siyah fötr şapkası ve pantolon gömlekle götürüp Anadolu’da bir Türkmen köyüne bırakın o köyden zannederler. Atalarının Karaman’dan göç edip Balkanlara yerleştiklerini en iyi Hafize Hanımın görünüşü yansıtır.)
Yazın tiyatro kadrosuyla Antalya turnesine giderler. Üzeri branda ile örtülü bir fayton kiralayıp caddelerde geziye çıkarlar. Yolda giderken birileri faytonu taşlamaya başlar. Hafize Hanım paniğe kapılır, beti benzi atar. Taşlar faytonun üzerine düşmeye devam ederken diğer arkadaşlarına bakar hiç birinin yüzünde korku belirtisi yoktur. Bu duruma sessizce katlanır. Lokantada yemek yerlerken sanatçının durgun hali dikkatlerini çeker ve nedenini sorarlar.
“Arkadaşlar biz faytondayken birileri bize taş attı duymadınız mı?” diye sorar. Arkadaşları başlar gülmeye. Biri:
“O düşenler taş değil, Adana hurmalarıydı. Sen taş mı sandın?” diye açıklar. Balkanlarda hurma görmediğinden bu olayı unutamaz. Adana hurması bulamazlar ama Yemen hurması getirirler de tadar. (Faytona hurma düştüğüne dua etmek lazım Hafize Hanım. Ya yol boyu mango veya Hindistan cevizi ağaçları olsaydı ne yapardınız?)
Hafize Hanım’la ayaküstü birkaç tebrik edişim ve merhabalaşmak dışında bir muhabbetim olmadı. Bir yerde oturup sohbet edemedim. Kişiliği ile ilgili bende oluşan intiba; baskın bir karakteri olan; özgüvenli, dirayetli bir kişiliğe sahip. Dilerim ilerde yüz yüze bir sohbetimiz olur.(Böyle ünlü bir sanatçıyla sohbet etmekten korkmuyor da değilim.)
Geçenlerde kendisinin de rol aldığı Keşanlı Ali Destanı oyununa davet etti beni. Davet büyük yerden gelince katılmamak olmazdı tabi. Telefonda; “Biraz erken gelin lütfen. Yeni çıkan kitabınızı da getirin. Ben de iki kitabımı sizin için imzalayacağım” dedi. Kitaplarımı alıp tiyatroya erken gittim. Kulisten aşağı sahne giysileriyle indi. Kitaplarımı verdim. Teşekkür etti ve…
“Ahmet Bey gelin sizi bir öpeyim” dedi ve bir abla şefkatiyle iki yanağımdan öptü. Çok onur duydum.
Değerli sanatçı, şair ve yazar Hafize Hanıma selam ve saygılarımla…
ahmet.kocak16@hotmail.com