Bursa Vatan Medya Grubu köşe yazarlarından Ahmet Koçak, kaleme aldığı son yazısında köyde geçirdiği nostaljik bir günü sade ve samimi bir dille aktardı.
“Uzun bir yolculuğun ardından akşam köye geldim, hemen uyudum. Ertesi gün ilçe merkezine inip alışverişimi yaptım ve yeniden köye döndüm. Eski günleri anmak istercesine kuzine sobayı yaktım; hem çorba pişirdim hem yufka ekmeği ısıttım. İçine çökelek koyup dürdüm, çaldım kaşığı. Madem köydeyim, kebapla dönerle işim olmaz; gerçek köy nostaljisi yaşanmalı” diyen Koçak, yaz mevsimi olmasına rağmen yanan kuzinenin sıcaklığına değinerek, geçmişe duyduğu özlemi satırlarına yansıttı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde yıldızlara bakmak için harmana eski bir kilim seren ve sırtüstü uzanarak gökyüzünü seyreden Koçak, düşüncelerini şöyle paylaştı:
“Yıldızları izlerken aklıma evrenin doğuşuna dair bilimsel veriler geldi. On üç milyar yıl önce tüm evrenin, paralel evrenlerle birlikte bir toplu iğne ucu kadar bir noktadan büyük bir patlamayla yayılmış olması, hâlâ aklımın alamadığı bir gerçek…”
Köyde geçirilen sade bir günün bile insana kâinatı düşündürdüğünü yazısıyla gösteren Ahmet Koçak, okurlarına hem geçmişe duyulan özlemi hem de evrensel merakı hatırlattı.

ANA YURDUMDA BİR AY
Uzun yolculuğun ardından akşam köye geldim. Hemen yatıp uyudum. Ertesi gün ilçeye gidip alışveriş yaptım. Köye döndüm. Düğürcük çorbası(köftelik ince bulgurdan yapılan çorba) yaptım. Yaz günü olsa da kuzine sobayı yaktım. Üzerinde yufka ekmeği ısıttım İçine çökelek koyup dürdüm, çaldım kaşığı. Madem köydeyim, nostalji yaşamak istiyorum. Öyle kebap, döner yemek yok…
Akşam yemeğinden sonra yıldızlara bakmaya çıktım. Ayakta bakmakla olmuyordu; sergide yatışım gibi bir ortam oluşturup elli yılın ardından yıldızları incelemeliydim. Evden eski bir kilim bulup harmana serdim. Bir de yastık koyup sırt üstü yattım. Yıldızları saatlerce izledim. Seyrine doyamadım. İzlerken de aklımdan şu düşünceler geçiyordu:
On üç milyar yıl önce tüm evrenin, paralel evrenlerin toplu iğne başı kadarken büyük bir patlama ile uzaya dağıldığına aklım yetmedi. İlk başta tek tip atomdan oluşurken süregelen çarpışmalar, yıldız patlamaları ile yüzlerce, belki binlerce atom türünün oluşması… Beni oluşturan atomların da on üç milyar yıl yaşında olması şaşırttı. Proton ve nötronlardan oluşan çekirdek etrafında dönen elektronları (çekirdeği futbol topu kadar büyütsek elektronların sekiz kilometre uzaktan döndüğünü, aralarında devasa bir boşluk olduğunu bilim söylüyor.) hayalimde ne kadar sıkıştırsam da tüm evreni toplu iğne başı haline bir türlü getiremedim. Hatta atomlardan oluşan kendi bedenimi o kadar küçültmeyi bile başaramadım. Sonra, o zor düşünceleri zihnimden kovdum. Kovamayanların gideceği yerin Bakırköy Akıl Hastanesi olacağının bilincindeyim.
O düşünceleri kovunca düşünecek bir şey de kalmadı eve girip uyudum.
Ortalık ışıyınca sabah mesailerine başlayan sineklerin hücumu ile uyandım. Sinirlenip sinek sürek avına başladım. Konan, uçan sinekleri sağ elimle yakalayıp pencereden dışarı atıyorken gözüm o kadar kararmış ki, uçan bir eşek arısını yakalamışım. Pencereyi açıp atarken avucumun içinde şiddetli bir acı duydum. Gözü karartmanın acısını hissettim. Keskin sirke küpüne zarar.
Avucumun içi şişti. Kahvaltıdan sonra bilgisayarda yazarken acı çekmeye başladım. Aynaya baktım sağ gözüm de şişmiş. Böcek sokmuş olmalı. Ayası şiş elimle yazı yazmaya alıştım. Böyle yazmanın daha kolay olduğunu anladım. Elimin şiş yerini kenara koyup parmaklarımla yazıyordum. Şişkinlik sehpa görevi görüyor daha seri yazmama neden oluyordu. Şaka şaka sakın elinizi arıya sokturmayın, yazılmıyor…
Yazıdan usanınca ilçeye doğru yola çıktım. Doğdup büyüdüğüm topraklarda yaşayan insanlara yabancı olunca yalnız dolaşmaya başladım.
Roma Harabelerini inceledim yine. İki bin yıl önce mermerden yapılan havuzu, hala bir damla su sızdırmaz halde oluşunu, taşlardaki öküz başlarını ve sadece bu eserde yer alan yılan figürünü düşünüp hayran olurken yanıma yaklaşan biri:
-Hocam ne bakıyorsun? Taş, kaya işte. Bunun yüzünden birçok dükkânı yıktılar. Turist murist geldiği de yok. Hem turist gelmesin zaten. Milletin ahlakını bozarlar. Fuzuli yere devletin parasını çar çur ettiler, demesin mi? Yanından hızla uzaklaşma isteğimi gemleyip sordum:
-Hocam diye söyledin. Beni tanıyor musun?
-Hayır tanımıyorum. Bilirsin tanımadığın birine genelde “hocam” denir ya işte ondan öyle dedim. Zor tuttuğum ayrılma isteğimi serbest bıraktım ve yanından uzaklaştım. İçimden, “bu adam da oy veriyor, ben de veriyorum” düşünceleri geçti.
Bir süre yürüdükten sonra eski terminale geldim. Bir kepçe binaları yıkıyordu. Oldum olası kepçe izlemeyi severim. Bir süre onu izledim. Bir kat derinlikte çukur eşilmiş, nemli, kömür külü renkli toprakları kamyonlara yüklüyordu.
Çocukluğumuzda yol kenarında bekleyen Magurus otobüslerle Yozgat’a ve Kayseri’ye gidişimizin ardından açılan terminalde nice seyahatlere çıkışım geldi aklıma. Eve döndüm televizyonu açtım. TRT Müzik kanalında Neşet Ertaş çalıp söylüyordu; “Hep sen mi ağladın, Hep sen mi yandın? Ben de gülemedim yalan dünyada…”
Yazıya ara verip Neşet Ustayı dinledim. Ustanın rahmetli olması aklıma mezarlığı getirdi. Babam da bu türküyü çok severdi. Köyde yaşayanlardan birkaç tanıdığım kaldı. Tüm tanıdıklarım mezarda yatıyor. Türkü bitince yakınımda olan mezarlıktaki; yakınlarımı, dostlarımı, köylülerimi ziyaret etmek istedim birden.
Yılmaz Erdoğan “Vizontele” filminde annesinin sevdiği türkü radyoda çıkınca mezarlığa koşar. Uzaktaki mezarlığa tam vardığı anda türkü biter. Köyde deli Emin olarak bilinen kahraman, eviyle mezar arasına kablo döşer, ses sistemi kurar. Annesinin sevdiği türkü çalmaya başlayınca düğmeye basar annesinin mezar taşına bağladığı hoparlörden türkü çalmaya başlar… Mezarlıkta gezerken bu sahneyi anımsadım.
Teknoloji çok ilerledi. Öyle elde radyo mezara doğru koşmaya, kablo döşemeye gerek kalmadı. Cep telefonundan istediğimiz zaman istediğimiz türküyü, şarkıyı açıp dinleyebiliyoruz. Babamın mezarı başına gelince o türküyü açıp dinletebilirdim. Deli Emin’in öyle bir olanağı yoktu.
Yakın zamanda bulunan yapay zekâ resimleri canlandırıyor, konuşturuyor. Kaybettiğimiz insanları özlediğimizde onları videolarını yapıp izleme olanağına sahibiz. Şu teknoloji ne güzel bir şey.
İnsanın anayurdu çocukluğudur, der bir düşünür. Nerde yaşarsa yaşasın anayurdundan kopamıyor insan.
ahmet.kocak16hotmail.com