Cuma Hutbesi: Hafızanın Mevsimlik Ritmi

Cuma Hutbesi: Hafızanın Mevsimlik Ritmi
Yayınlama: 27.08.2025
A+
A-

Bursa Vatan Medya Gurubu Köşe Yazarı Hasan Kaya makalesinde; “Her yıl aynı mevsimlerde tekrarlanan, adeta bir alışkanlığa dönüşen, hatta kimi zaman organize bir kampanya izlenimi veren bazı itirazlar tekrar gündemde: Cuma hutbeleri üzerinden dinle, gelenekle ve toplumsal değerlerle hesaplaşma hevesi.

Kim bu eleştirenler?
Kendini her fırsatta “çağdaş, aydın, demokrat” diye tanıtan ama söyledikleriyle yaptıkları bir türlü örtüşmeyen, milletin değerleriyle kavgalı küçük ama gürültülü bir zümre. Güvenilirliklerini çoktan yitirmiş olmalarına rağmen, her Cuma yeniden doğarmışçasına hutbe metinleri üzerinden kamuoyunu yönlendirmeye kalkıyorlar.

Asıl amaç belli: Toplumun hafızasını törpülemek, manevi bağlarını koparmak ve hutbeleri siyasal tartışma zeminine çekerek dinin kamusal etkisini zayıflatmak.

Ancak şunu unutuyorlar:
Cuma hutbesi, bu milletin yüzyıllardır sürdürdüğü bir hafıza pratiğidir.
Haftalık olarak güncellenen, hem dini hem ahlaki hem de toplumsal mesajlar barındıran, her yaştan insanın dikkatle dinlediği ortak bir vicdan çağrısıdır.

Kimse kusura bakmasın; bu millete neyi konuşacağını, nasıl dua edeceğini, hangi hutbeyi nasıl anlayacağını dayatmaya kalkmak, kültürel vesayetçilikten başka bir şey değildir.

Ve buradan sesleniyoruz:
Cuma hutbeleri, mevsimlik değil; kalıcı hafızadır!
Bu milletin camilerde edilen dualarına, kürsüden gelen öğütlerine, çocuklarına aktardığı ahlaka karşı sistemli bir savaşı kimse “özgürlük” kisvesiyle gizleyemez.

Bugün bu milletin en büyük derdi ahlaki çözülmedir, aile yapısının sarsılmasıdır, gençliğin yönsüzlüğüdür. Cuma hutbeleri bu meseleleri gündeme taşıyorsa, rahatsız olanlar önce kendilerine dönüp bakmalıdır.

Cuma, sadece bir vakit değil; bir bilinç yenilenmesidir.
Ve bu bilinç, kirli ajandalara değil, milletin vicdanına hizmet eder.

İşte o yazının tamamı;

Cuma Hutbesi: Hafızanın Mevsimlik Ritmi

Bazı kesimler (her fırsatta kendini çağdaş, aydın; sosyal yönüyle de demokrat olarak tanımlayan ve söyledikleriyle eylemleri arasındaki uçurum nedeniyle çoktan güvenirliğini yitirmiş olanlar), son dönemde cuma hutbelerini hedef alarak kamusal alanda yeni bir tartışma zemini yaratma çabasına giriştiler.

Ama ne söylediklerinin içeriği ne de eleştirilerinin yönü kendi içinde tutarlılık taşıyor; daha çok, kendi meşruiyetlerini yeniden üretme telaşıyla hareket ediyorlar. Dillerine doladıkları her kavram, bağlamından koparılmış; vicdanın değil, gündelik polemiklerin malzemesi hâline gelmiş, karmaşık bir söylem içinde savrulup duruyor…

Oysa aynı çevreler, yıllar boyunca kamusal alanın dinsel simgelerden arındırılması gerektiğini savunurken, bugün cami kürsüsünden/minberden İslam’ın emir ve yasaklarını içeren her kelimeyi kendi ideolojik hesaplarına meze yapmaktan çekinmiyorlar. Dün “din siyasete alet edilmesin” diyenler, bugün siyaseti dine alet etmenin daha rafine yollarını arıyor. Hafızanın bu kadar kısa ömürlü olması mı, yoksa vicdanın mevsimlik çalışması mı? Soru, burada asılı kalıyor.

Toplumun büyük bir kısmı ise bu çelişkilere ya alışmış ya da artık tepki vermeyecek kadar yorgun. Sessizlik, sadece susmak değil; bazen görmezden gelmenin, bazen de görüp de konuşmamanın adı. Cuma hutbesi üzerinden yürütülen bu tartışmalar, aslında çok daha derin bir yaraya dokunuyor: kimliklerin, inançların ve fikirlerin yalnızca araç hâline getirildiği bir zeminde, samimiyetin sesi boğuluyor.

Zaten bu ülkede hafıza, çoğu zaman mevsimlik bir refleksle çalışır; ne zaman bir tartışma büyüse, eski defterler alelacele açılır, sonra yine kapatılır. Cuma hutbeleri üzerinden yürüyen bu tartışma da geçmişte benzer sahnelerin yaşandığını acı hatıralarıyla yeniden çağrıştırıyor. Bir zamanlar susturulan seslerin bugün yüksek perdeden konuşması, kimilerinin ise dün savunduğu ilkeleri bugün görmezden gelmesi. Hafızanın bu dalgalı ritmi, sadece unutkanlıkla değil, aynı zamanda seçici bir hatırlamayla da ilgilidir.

Bu seçici hatırlama biçimi, zamanla toplumsal bir kutuplaşma değil, daha derin bir yabancılaşma yaratıyor. Herkes kendi yankı odasında konuşuyor; sesler çoğalıyor ama anlam azalıyor. Cuma hutbesi gibi ortak bir zeminde bile artık ortak bir dil kurulamıyor. Çünkü mesele ne söylenenin içeriği ne de biçimi; mesele, kimin söylediği ve kimin işine yaradığı. Bu denklemde samimiyet, en kolay feda edilen değer hâline geliyor.

Birey, bu gürültülü sessizlik içinde ya kendi iç sesini bastırıyor ya da başkalarının sesine teslim oluyor. Herkesin bir fikri var ama kimsenin fikriyle yüzleşmeye tahammülü yok. Cuma hutbesi üzerinden yürüyen tartışmalar, bireyin inançla, aidiyetle ve vicdanla kurduğu bağı da örseliyor. Çünkü artık neyin savunulduğu değil, neye karşı çıkıldığı konuşuluyor. Bu karşıtlıklar içinde, insanın kendiyle kurduğu sessiz diyaloğun yankısı giderek siliniyor.

Cuma hutbelerine ve Diyanet’e karşı söylemler geliştiren çevreler, Atatürk’ün her adımını sorgusuz sualsiz kutsarken, iş kendi ideolojik konforlarına dokunduğunda tarihsel gerçekleri görmezden gelmekte hiç tereddüt etmiyorlar. 3 Mart 1924’te Hilafetin kaldırıldığı gün Atatürk tarafından kurulan ve 633 Sayılı Kanun’un 1. Maddesinde “İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esaslarını yürütmekle görevlidir.” Diye açıkça tanımlanan Anayasal bir kurum olan Diyanet’in hazırladığı ve yurtiçi-yurtdışındaki camilerde okunan hutbeler hakkında ne görevleri ne ilgileri ne de yeterli bilgileri olduğu hâlde; fikirleriyle taban tabana zıt eylemler sergileyerek bol keseden konuşanlar, tuttukları yerden ahkâm kesmeyi de ihmal etmiyor.

Atatürk’ün laiklik ilkesi için tehlikeli görmediği ve bizzat kurduğu Diyanet’i, bugün kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayan bazı kişi ve grupların laiklik ilkesine aykırı bulmaları hem tarihsel hem de vicdani bir garabettir. Bu kişiler, çağdaş ve aydın taklidi yaparak, sanki bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıymış ve muhafızıymış gibi hüküm veriyor; görevini yapan bir kurumu hedef gösterip suç duyurusunda bulunmayı da laiklik adına meşru sayıyorlar. Oysa Atatürk’ün Balıkesir’de bizzat hutbe irat ettiği, Diyanet’i laiklik ilkesine aykırı görmediği tarihsel bir gerçekken, yüzyıl sonra onun adına ahkâm kesenlerin kraldan çok kralcı tavırları, samimiyetten çok bir ideolojik gösteriye benziyor.

Tarihi, kendi ideolojik konforuna göre eğip bükenlerin sesi çok çıkıyor; ama bu sesin yankısı, vicdanın duvarlarında çarpıp sessizliğe dönüşüyor. Cuma hutbesi üzerinden yürütülen tartışmalar, artık bir inanç meselesinden çok, kimlik gösterisine dönüştü. Atatürk’ün laiklik anlayışını kendi çıkarına göre yorumlayanlar, onun tarihsel duruşunu değil, kendi güncel pozisyonlarını kutsuyor. Ve biz, bu çarpık aynaların karşısında dururken, neyi savunduğumuzu değil, neye tepki verdiğimizi konuşmakla yetiniyoruz.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.