15-16 HAZİRAN DİRENİŞİNDEN DERS ALMAK! “İşçiler durdukça dünya durur!”

15-16 HAZİRAN DİRENİŞİNDEN DERS ALMAK!   “İşçiler durdukça dünya durur!”
Yayınlama: 15.06.2025
A+
A-

Bursa Vatan Medya Grubu köşe yazarı Veli Beysülen, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihine altın harflerle kazınan *15-16 Haziran 1970 Direnişi*ni kaleme aldı. Beysülen, yazısında yalnızca bir tarihsel olaya değil, aynı zamanda bugüne ve geleceğe ışık tutacak bir mücadele ruhuna dikkat çekiyor.

“Değerli arkadaşlar biz işçiyiz, dünyada her şeyi yapan işçiler, işçiler durdukça dünya durur.”
Bu sözler, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’e ait. DİSK’e bağlı Lastik-İş Sendikası’nın 14 Haziran 1970’teki temsilciler kurulu toplantısında yaptığı kapanış konuşmasında sarf edilen bu tarihi cümleler, ertesi gün yüzbinlerce işçinin işe gitmeyerek sokağa çıkmasına öncülük etti.

Veli Beysülen’in yazısında vurguladığı gibi, dönemin iktidarı Adalet Partisi tarafından çıkarılan ve DİSK’i sendikal hayattan tasfiye etmeyi amaçlayan yasa, işçi sınıfında büyük bir tepki doğurdu. 15 Haziran sabahı, hayat durdu. İşçiler sadece üretimi değil, sokakları da işgal etti. Kısa sürede on binler, sonra yüz binler bir araya geldi.

Bu direniş, yalnızca bir işçi hareketi değil, aynı zamanda demokrasiye, örgütlenme hakkına ve emeğin onuruna sahip çıkma iradesiydi. Beysülen yazısında, 15-16 Haziran’ın “Türkiye’yi sarsan iki gün” olarak tarihe geçmesinin sadece kitlesel gücünden değil, taşıdığı tarihsel bilinç ve sınıf dayanışmasından kaynaklandığını vurguluyor.

“Bugün de o ruha, o bilince ihtiyacımız var.”
Yazısında günümüz emek mücadelesine de değinen Veli Beysülen, 15-16 Haziran’ın sadece bir anma günü değil, ders çıkarılması gereken bir dönemeç olduğunu ifade ediyor. Sınıf sendikacılığına sahip çıkmanın, emeği korumanın ve haklara karşı yapılan her müdahaleye karşı örgütlü mücadelenin bugün de geçerliliğini koruduğunu söylüyor.

“İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarıyla yazısını tamamlayan Beysülen, 15-16 Haziran Direnişi’nin unutulmaması, unutturulmaması gerektiğinin altını çiziyor.

Bu yazı, emek tarihine duyarlı her yurttaş için bir çağrı niteliği taşıyor.

İşte O yazı;

“Değerli arkadaşlar biz işçiyiz, dünyada her şeyi yapan işçiler, işçiler durdukça dünya durur.”

Evet, zamanın iktidarı Adalet Partisi’nin (AP), DİSK’i, dolayısıyla sınıf sendikacılığını sendikal alandan tasfiye etmek amacıyla meclisten geçirdiği kanuna karşı yapılacak eylemleri tartışmak üzere, 14 Haziran 1970 tarihinde DİSK’e bağlı Lastik-İş Sendikası Genel Merkezi toplantı salonunda toplanan DİSK Temsilciler Kurulu’nun kapanış konuşmasını yapan büyük işçi önderi DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler aynen bunları söylemişti. Ve hemen ertesi gün 15 Haziran sabahı, işyerlerine giden yüzbinlerce işçi çalışmayarak Kemal Türkler’in dediğini yaptı ve hayatı durdurdu. İşçiler işi yani hayatı durdurmakla kalmadılar, sokağa çıktılar, kısa zamanda binler, on binler oldular. Ve böylece diğer adıyla “Türkiye’yi Sarsan İki Gün” olan, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihine altın harflerle yazılan 15-16 Haziran büyük işçi direnişi gerçekleşti.

Büyük işçi direnişinin üzerinden tam 55 yıl geçti. Bu 55 yıllık süre içinde, büyük direniş üzerine çok şey yazıldı ve söylendi. Peki, işçi sınıfı iki gün boyunca neden sokağa çıktı, ne istiyordu?

12 Haziran 1970 tarihinde, sendikal özgürlükleri tırpanlayan, serbest örgütlenme ve toplu pazarlık haklarını ortadan kaldıran sendikalar kanununda değişiklik yapılmasına dair tasarı millet meclisinde görüşülerek kabul edildi. Yeni düzenleme ile sendikalaşma ve toplu sözleşme yapmanın önüne ciddi engeller getirilmekteydi. Amacı DİSK ve bağlı sendikaları sendikal alandan tasfiye etmek olsa da Türk-İş’e bağlı sendikalar ile bağımsız sendikalar da yetki alıp toplu sözleşme yapamayacaklardı. Dolayısıyla bu sendikalara üye on binlerce işçi toplu sözleşme hakkını kaybedecekti. Değişikliğin amacı, devlet eliyle sendikal alanda Türk-İş diktası getirmekti. Sendikal bürokrasi güçlendirilecek ve işçi sınıfı eli kolu bağlanmış halde sermayenin insafına terk edilecekti.

İşte bu nedenle, DİSK’in çağrısıyla Türkiye çapında on binlerce işçi 15 Haziran sabahından itibaren fabrikaları boşaltarak sokağa çıktı. 15 Haziran 1970 günü 113 işyerinde 70 bin işçi eyleme katıldı. İstanbul’daki işçiler üç koldan, İzmit’tekiler iki koldan yürüyüşe geçti. DİSK üyesi işçilerin yanı sıra, TÜRK-İŞ üyesi binlerce işçi de işyerlerini boşalttı ve sınıf kardeşleri ile yürüyüş kolunda birleşti.16 Haziran günü çok daha fazla iş yerinden toplam 150 bine yakın işçi yine iki büyük şehirde yürüyüşe geçti.

Olaylar karşısında hükümet çareyi sıkıyönetim ilan etmekte buldu. 3 ay süren sıkıyönetim sonunda, 5 bini aşkın işçi işten çıkarıldı. Sıkıyönetim sürecinde Cumhurbaşkanı’nın onayından geçen 274 sayılı yasadaki değişiklik, sıkıyönetimden sonra TİP’in hemen ardından CHP’nin iptal için Anayasa Mahkemesi’ne başvurması üzerine, değişikliklerin önemli bir bölümü iptal edildi. 275 sayılı yasada değişiklik öngören tasarı ise, meclise bile sevk edilmeden geri çekildi. Böylece tarihe büyük işçi direnişi olarak geçecek olan 15-16 Haziran Direnişi amacına ulaştı ve DİSK faaliyetini sürdürdü. Faaliyetlerinin durdurulduğu 12 Eylül 1980 faşist darbesi öncesinde, 1970-1980 yılları arasında yaptığı toplu sözleşmeler, sermaye ve hükümet politikalarına karşı verdiği mücadele, DGM direnişi, faşizme ihtar eylemleri, başta MESS grevleri olmak üzere sayısız grev ve direniş, 1 Mayıs İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik Mücadele Dayanışma Günü’nün ülkemizde kutlanması gibi eylemlerle gündeme oturan DİSK, Türkiye işçi sınıfının umudu oldu. 1970-1980 arasındaki 10 yıllık süreçte, bir yandan TÜRK-İŞ’ten ayrılan sendikaların katılımı, diğer yandan birçok işyerinde örgütlenmesi DİSK’in hızla büyümesini sağladı. Bu nedenle, 12 Eylül darbesi faaliyetlerini durdurduğunda DİSK’in üye sayısı 600 bindi.

15-16 Haziran’ı yaratan ve büyük bir direnişe dönüşmesini sağlayan önemli faktörler vardı kuşkusuz. Özellikle 1960’ların ikinci yarısından itibaren yaşanan grevler ve fabrika işgallerinde öncülük yapan işçiler, 15-16 Hazin direnişinde inisiyatif aldılar. İşçilerin bu öncü kadrolara olan güveni 15-16 Haziran direnişine aktif katılım konusunda önemli bir etkendi.

15-16 Haziran Direnişi Türkiye’de işçilerin bir araya gelerek ortak bir sınıf tavrı belirlediklerinde neleri başarabileceklerinin görülmesi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Ve bu direniş aynı zamanda Türkiye işçi sınıfının sendikal barajlara ve barajlı demokrasiye karşı ilk isyanıdır. O dönemde işçiler meclisteki partilerin mücadeleci sendikal anlayışı ortadan kaldırma anlayışına karşı hangi siyasi partiyi desteklediğine bakmaksızın ortak bir sınıf tavrı belirledi. 15-16 Haziran’da kısa dönemde kazanım elde edilmemiş gibi gözükse de Anayasa Mahkemesi’nin yasayı iptal etmesinde işçilerin iki günlük direnişi belirleyici olmuştur. 15-16 Haziran yasal kazanımın ya da kazanılmış hakların mevzuat yoluyla budanmasının önündeki en büyük güvencenin işçilerin örgütlü fiili mücadelesi olduğunu açıkça göstermiştir.

1970 yılında, kanun yoluyla DİSK’in örgütlenmesini engellemeyi ve onu tasfiye etmeyi amaçlayan sermaye ve onun temsilcilerinin bu girişimi, örgütüne sahip çıkan işçi sınıfının barikatına çarpmış ve geri püskürtülmüştü. Ancak yerli ve yabancı sermaye ile onların ülkeyi yöneten temsilcisi siyasetçiler bu amaçtan vazgeçmediler. 1970-1980 yılları arasında, özellikle 1970’li yılların ikinci yarısında, ülkeyi siyasi ve ekonomik olarak istikrarsızlaştırdılar ve askeri darbeye zemin hazırladılar. Zira güçlü siyasi ve sendikal örgütlenmelerin olduğu demokratik ortamda, istedikleri ekonomik ve sosyal politikaları hayata geçirmeleri olanaklı değildi.15-16 Haziran 1970 direnişinden 10 yıl sonra, 12 Eylül faşist darbesi yapıldı. Nitekim 12 Eylül darbesinin ilk hedefi DİSK ve bağlı sendikaların faaliyetlerini durdurmak oldu. Ne yazık ki, 1970 yılında ayağa kalkan ve sınıf önderi Kemal Türkler’in “İşçi durunca hayat durur” sözünü doğrulayarak hayatı durduran ve iktidar ile sermayeye geri adım attıran işçi sınıfı, 12 Eylül’den bu yana çok şey kaybetti, kaybetmeye de devam ediyor.

Yukarıda belirttiğim gibi, 15-16 Haziran 1970 tarihinde ayağa kalkanlar, üye oldukları veya yakınlık duydukları siyasi partiye göre hareket etmediler ve sınıf olmanın bilinciyle, omuz omuza vererek barikatları aştılar. Maalesef Türkiye işçi sınıfı bugün, bundan 55 yıl önceki sınıf bilince sahip değil. Elbette bunda 12 Eylül sonrası sendika yönetimlerine, sınıf bilincinden kopuk insanların hakim olmasının önemli payı var. Özellikle sendikal eğitimin eksikliği, sendikacılığın ücret sendikacılığı ile sınırlandırılması, dayanışma grevi, hak grevi gibi, grevlerin yapılmamasının yanı sıra bazı işkollarında grev hakkının bulunmaması, hakkı bulunan işkollarında başlayan grevlerin eskiden Bakanlar Kurulu şimdi Cumhurbaşkanı kararıyla ertelenmesi, açıkçası yasaklanması, işçilerin sınıf bilincine ulaşmalarının önündeki engellerdir. Elbette tüm bunları aşmaya çalışan sendika yönetimleri var ancak günümüz toplumunun bilinç düzeyi bunların aşılmasının önünde ciddi bir engeldir. Zira kabul etmek gerekir ki, sınıf bilinci eksikliğinin tek nedeni olarak sendikal hareketin eksik ve yanlışlarını görmek büyük resmi görmemizi engelleyecektir.

Zaman zaman yazılarımda 12 Eylül’ün ilk hedefinin toplumsal uyanışın önünü kesmek olduğunu belirtirim. Yine yazılarımda, 12 Eylül’ün boyun eğen, verilene razı, hak kavramını bilmeyen, biat eden bir toplum oluşturacak tedbirler aldığını, özellikle eğitim sistemini buna uygun bireyler yetiştirmek üzerine oturttuğunu, dolayısıyla Türkiye toplumunun sorgulama yeteneğini kaybettiğini yazarım. Bugün geldiğimiz nokta tam da budur. Özellikle AKP’nin iktidar olduğu 2002 yılından bu yana, çalışma hayatı ile sendikal mevzuatta yaptığı değişiklikler, insanları esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışmaya mahkum etti. Örgütlenmenin nerdeyse imkansız hale getirildiği, anayasal ve yasal haklarını kullanarak örgütlenen işçilerin işsiz kaldıkları bir süreci yaşıyoruz.

Öte yandan günümüzde düşük ücretle çalışanlar, sendikalı olan, sendikasının yaptığı toplu sözleşme ile görece daha iyi haklara sahip olan işçileri kendilerinin düşük ücretlere mahkum edilmelerinin nedeni olarak görüyorlar. Bunun son örneği, DİSK/Genel-İş Sendikası’nın İzmir Büyükşehir Belediyesi şirketlerinde çalışan üyeleri adına imzalamaya çalıştığı toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine, başlattığı grev sürecinde yaşananlardır. Bu grev Türkiye toplumunun hak kavramından koptuğunu ve örgütlenmenin avantajlarından bihaber yaşadığını kanıtlayan önemli bir grev olarak tarihe geçti!

O zaman yapılması gereken sendikaların bir örgütlenme seferberliği başlatmaları ve ortak mücadele ile başta asgari ücret ve emekli aylıkları olmak üzere, toplumun tüm ezilenlerin hakları için mücadeleyi yükseltmeleridir!

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.